Hirschsprung hastalığı nedir ?
Sıradan insan dilinde ve en basit haliyle ve kendi bildiğim kadarıyla anlatmak gerekirse : Hirschsprung, kalın bağırsağın bir bölümünde bir sinir hücresi (ganglion hücresi olarak geçiyor) eksikliği hastalığı. Bağırsağın kasılıp gevşemesini sağlayarak (buna da peristaltik hareket deniyor) dışkılamayı sağlayan bu hücreler olmadığında kişi dışkılayamıyor, yani kakasını yapamıyor. Bu nedenle de hücrenin olmadığı yere kadar ilerleyen kaka bir noktada toplanıyor ve kasılma hareketi olmadığından dışarı atılamadığı için bağırsakta bir noktada şişmeye (distilasyon) sebep oluyor. Hastalığın diğer bir adı da Mega Kolon hastalığı.
5000'de 1 görülen bu hastalık genetik ve doğuştan oluyor. Benim bildiğim kadarıyla hastalığın belirgin bir sebebi yok. Ailede genetik olarak varsa çocukta da çıkma ihtimali oluyor ama bu da şart değil. Misal bizde hiç yoktu bu hastalıktan. Bir yerden başlayabiliyor bizde olduğu gibi.
Hastalığın belirtileri neler ?
Hamilelikte yapılan testlerde anlaşılma ihtimali olduğunu düşünmüyorum çünkü bebek anne karnındayken bağırsak henüz çalışmadığı için durum anlaşılamıyor. Doğum sonrasında ilk kakayı yapamama (bu ilk kakaya mekonyum deniyor) , beslenmeyi reddetme, safralı kusma gibi belirtilerle kendini gösteriyor. Bunların hepsi olmak durumunda da değil sanırım, zira Barış'ın ilk ameliyatla ince bağırsak sorunu çözüldüğünde beslenmeye başlamıştı, safralı kusması yoktu ve kilo alıyordu. Ama kakasını popodan uyarılmadan yapamıyordu.
Aman diyim durumu herhangi bir kabızlıkla karıştırmayın. Bebek sadece kabız olabilir ve bu nedenle kakasını birkaç gün yapamıyor ve ardından yapıyor olabilir. Yani her kakasını yapmakta zorlanan bebek Hirschsprung demek değil. Bebeklerde kabızlık görülebilen bir durum, çok örneğini duydum. Bu noktada doktorunuzun yönlendirmeleri sizi doğru teşhis ve tedaviye yönlendirecektir.
Kesin tanı nasıl konuyor ?
Barış'ın ilk ameliyatının ardından biz asıl Hirschsprung belirtilerini görmeye başladık. Kesin tanı için yoğun bakımdaki doktorumuz Altan Bey biyopsi yapılması gerektiğini söyledi. Fakat diğer yandan da çocuk kakasını uyarıyla da olsa yapabildiği için biyopsi çok acil değildi, biraz bekleyebiliriz dedi. Belki de zamanla kendine gelir, biraz bekleyip gözlemleyelim dedi. Biz de zaten ameliyat ve yoğun bakım o sürecinde o kadar yıprandık ki biyopsiyi psikolojik olarak kaldırabilecek durumda değildik. Barış da biz de biraz dinlenmek ve başka doktorlardan da görüş almak istedik.
Dolayısıyla 12 günün sonunda Barış'ı yoğun bakımdan çıkarttık ve eve getirdik. 8 aydır karnımda yanyana büyüyen minikler de 12 günlük aranın ardından birbirlerine kavuştular.
İlk birkaç gün kakasını yapıyordu fakat sonrasında yine yapamamaya başladı. Rutin kontroller için gittiğimiz doktorumuz da bebeklerde bu tür durumlar olabileceğini, biraz beklememizin iyi olacağını söyledi. 24 saat kaka yapamazsa fitil yardımıyla yaptırabilirsiniz dedi. (Normalde bebekler 1 günden daha uzun süre de kaka yapmayabiliyorlar, sonra tek seferde ortalığı batırır derecede yapabiliyorlar. Fakat bizim önceden vukuatımız olduğu için 24 saat uyarısı yapıldı.) Altan Bey de aynı şekilde önermişti, fitil ya da parmağınızla uyarın demişti. (Parmakla uyarmak işi size biraz düşünmesi bile iç ürpertici gelmiş olabilir ama insan anne olunca ve bunu yapması gerekiyorsa yapıyor arkadaşım. Bu süreçte bir hemşire sakinliğine eriştim diyebilirim. Zaten bebek hissetmesin diye kayganlaştırıcı kullandığımız için aslında canı çok yanmıyordu. Yine de büyük oranda parmak yerine fitil tercih ettiğimiz doğrudur. Neticede mühim olan Barış'ın kakasını çıkartmasıydı ve bunu için ne gerekiyorsa yapılmalıydı..)
Bu durum 1 ay boyunca bu şekilde devam edince, bir uzman görüşü daha alalım dedik ve doktor arayışına girdik. Araştırma ve soruşturmalarımız neticesinde Amerikan Hastanesi'nde Çocuk Gastroenteroloji Uzmanı Prof. Dr Figen Gürakan'ı bulduk ve Barış'ı götürüp durumu anlattık. O da bizi Çocuk Cerrahisi Bölüm Başkanı Doç Dr Egemen Eroğlu'na yönlendirdi.
Egemen Bey'i önceki ameliyatın detayları ve bilgi almak için Altan Bey ile görüştürdük. Egemen bey de semptomların Hirschsprung'u işaret ettiğini söyledi ama tabii ki ilaçlı kolon grafisi ve biyopsi olmadan kesin tanı koyamayız dedi. Madem her yol buraya çıkıyor, tamam dedik yapalım ne gerekiyorsa. Mecidiyeköy'de bu konuda uzman bir merkeze yönlendirdiler, ilaçlı kolon grafisi çektirdik. Bu işlem bebeğe acı veren bir işlem değil, biliniz. Bize randevu almak için aradığımızda "bebeği tutmak için 2 kişi gelin" dediklerinde neyle karşılaşacağımızı tahmin edemedik ve açıkçası bebek çırpınacak ve biz onu tutacağız sandık. Fakat alakası yokmuş. Sadece filmin çekildiği makinanın altında bebeği sağdan soldan tutup çevirmek gerekiyor, o nedenle 2 kişi istiyorlarmış. Popodan incecik bir boruyla bir ilaç enjekte edip çeşitli açılardan film çekildi. Dediğim gibi bebeğe acı veren, ağlatan bir işlem değil.
Egemen Bey filmi görünce çok tipik bir Hirschsprung filmi olduğunu söyledi ama yine de kesin tanı için biyopsi şarttı. Hemen 1 hafta sonrasına biyopsi için gün verdi. 16 Aralık günü Barış'ı Koç Üniversitesi Hastanesi'ne götürdük ve biyopsi yapıldı. Biyopsi için anestezi alması gerekti çünkü parçayı popodan girip kalın bağırsaktan aldılar. Sabah 7:30 da girdik, toplam işlem 25-30 dakika kadar sürdü. Barış'ı ameliyathaneden pamuklara sarılıp sarmalanmış halde getirdiler ve getirir getirmez de yatağına sıcak hava üfleyen makinalar koydular ki soğuk olan ameliyathane sebebiyle hasta olmasın. Uykudan uyanır halde gibi olan Barış kısa sürede kendine geldi, hareketlendi. Birkaç saat sonra emzirdim, herhangi bir kusması da olmadı. Saat 14 gibi de durumu tamamen normale döndüğü için bizi hastaneden gönderdiler.
Patolojide, alınan parçada ganglion hücresi olup olmadığına bakıldı. Patoloji sonucunda hücre bulunamadı ve sonunda hastalığın kesin tanısı konmuş oldu. Tedavimiz zaten belliydi, ameliyat olması gerekiyordu. Bağırsağın hücresiz bölümünün ameliyatla alınması gerekiyordu. Egemen Bey eğer sürece hazır değilsek ameliyat için kısa bir süre bekleyebiliriz dedi ama biz artık hazırdık ve bir an önce tedavisi yapılsın, Barış normal hayatına dönsün istiyorduk.
Tedavi Yöntemleri
Bu hastalığın en baştaki tedavi yöntemi ameliyat. Karından ya da popodan yapılabilen ameliyatta öncelikle bağırsağın hücre eksikliği olan bölümü alınıyor ve sağlıklı bölüm tekrar dikiliyor. Barış'ın ameliyatı popodan yapıldı. Ne kadar bir bölümün alınacağı ise ameliyat sırasında belli oluyor. Şöyle ki ; bağırsakta distilasyon yapan bölge (yani kaka birikmesinden dolayı genişleyen bölge) alındıktan sonra ilk noktadan tekrar parça alınıyor ve ameliyat sırasında frozen biyopsi denilen yöntemle tekrar hücre taraması yapılıyor. Hücre bulunamazsa, hücreyi bulana kadar ilerleniyor ve hücrenin bulunduğu yerden bağırsak kesiliyor. Eğer bağırsağın sonuna kadar hücre bulunamazsa, işin içine başka tedavi yöntemleri giriyor. Kolostomi denen bir yöntemle bağırsak dışarı alınıp biraz daha uzun bir süreçte tedavi ediliyor ve iyileşince tekrar bir ameliyatla yerine yerleştiriliyor. Tabii kolostomi gerekliliği çok nadir görülen ve ileri derece bir durum. Onunla ilgili detaylı bilgi sahibi değilim ama doktorumuz nerdeyse son 5 yıldır hiç kolostomi gereken bir hastasının olmadığını söylemişti. Neyse ki bizim durumda ilk kesilen yerin ardından ganglion hücresi bulunduğu için tek ameliyatla durumdan yırttık diyebilirim.
Sürç-i lisan ettimse affola
Bu yazıda haddim olmayarak biraz detaylı tıbbi bilgi vermiş olabilirim. Ama ben hastalığı araştırırken bu tip bir yazıya o kadar ihtiyaç duydum ki, bizden sonra araştıranlara bir faydası olsun diye bu şekilde detaylı yazmak istedim. Neticede doktor değilim, araştırdığım, soruşturduğum ve yaşadığım şeyleri toparlayıp sıradan bir insanın anlayabileceği hale getirmek istedim. İnternet dediğimiz bir dipsiz kuyu.. Gerekli gereksiz bir dolu bilgi var ve bu süreçte insan herşeyi okumaya çalışıyor. Genelde de en kötü ihtimaller ve durumlar çıkıyor karşınıza nedense. Bu durumda da umutsuzluğa kapılmak an meselesi. Halbuki ben bu durumlarda hep iyi düşünmek taraftarıyım. Pozitif enerjinin faydasına da çok inanırım. O nedenle ah-vah demeden süreçle ve hastalıkla ilgili bildiğim kadarıyla bilgi vermek istedim.
Görürler görmezler bilemem ama buradan bu süreçte bize destek olan tüm doktorlarımıza da teşekkür etmek isterim. Uzm. Dr Şükran Yıldırım, Opr. Dr Altan Alim, Prof. Dr Figen Gürakan, Doç. Dr Egemen Eroğlu, Doç. Dr Gökhan Gündoğdu, Dr Mehmet Ali Özen ve ekiplerindeki tüm çalışanlara teşekkürler! (özellikle Şişli Florence Nightingale Yenidoğan Yoğun Bakım hemşir ve hemşireleri, Koç Üniversitesi Hastanesi pediatri servisi hemşireleri) Zor bir süreç geçirdik, sayenizde atlattık! :)
Eğer bu yazıyı okuyan ve daha detaylı bilgi için iletişime geçmek isteyen olursa mailleşebiliriz ; ikizibirarada@gmail.com
Son ameliyat ve sonrasıyla ilgili de bir yazı daha yazıcam ama o yine "başımızdan geçenler" konseptinde olucak :)
Çoğul gebelik derken ? İkizmiş yani hem de tek yumurta ikizi! Tek yumurta da neymiş ? İşte bunların hepsini öğrendik kardeş! Öğretildik! Tüm bunlar nasıl oldu dersiniz ? Merak ediyorsanız buyrunuz öğreniniz...
19 Nisan 2016 Salı
29 Mart 2016 Salı
Yenidoğan Yoğun Bakımdan Ameliyathaneye
Evde yarı uykuyla geçirdiğimiz gecenin sabahında ilk iş hastaneyi aramak oldu. Yoğun bakımın sorumlu doktoru Şükran Hanım gelmiş, bebeklerin durumuna bakmıştı ve Deniz'i çıkarabileceğimiz söylendi. Barış için de bizimle konuşmak istiyordu. Hemen Deniz'in kıyafetlerini hazırladık, araba koltuğunu aldık ve hastanenin yolunu tuttuk.
Artık İstanbul Florence ile işimiz bitmiş, Şişli Florence ile görüşme halindeydik. Yoğun bakım ünitesinin kapısına gidip, oradaki bir telefonla içeriyi arıyorduk ve "Tarsus bebeklerin annesiyim, kapıdayım" diyince hemşireler gelip beni içeri alıyorlardı. Deniz'in durumu düzelmişti, hafif bir sarılık artmasına önlem olarak 12 saat kadar fototerapi almıştı ve normal beslenmeye başlamıştı. Hemşireler emzirebildiğimden de emin olmak için bir daha emzirmemi istediler. Emzirdim, giydirdik ve evrak işleri de bitince Deniz'i hastaneden çıkarttık.
Barış için ise durum belirsizliğini koruyordu. Hala beslenemiyor ve safra kusuyordu, dolayısıyla serumla beslenmeye devam ediliyordu. Yoğun bakım doktoru ise çocuk cerrahının görüşünü almak istiyordu. Bize de dedi ki "çocuk cerrahımız şuan ameliyatta, siz Deniz'i alın evinize gidin. Barış burda güvende merak etmeyin, telefonla haberleşelim ve duruma göre tekrar sizi buraya çağırırız." Biz de kendisinin tavsiyesine uyduk, küvez içindeki Barış'a biraz dokunup sevdim ve Deniz'i alıp eve geldik. Gün içinde cerrahtan bilgi alamadık çünkü o da teşhi koyabilmek için kendi muayene ve tetkiklerini yapmak istiyordu.
Bu arada Deniz beyi eve getirdik ve var gücümüzle ona sarıldık. Tabii hastane çıkışını da normal prosedürle yapmadığımız için birçok konuda bilgi de alamadan çıkmak durumunda kaldık. Tek bildiğimiz 2 saatte bir beslememiz gerektiğiydi. Bir de tabii süt yetmeme durumu için mama almalıydık. Bir arkadaşımdan mama tavsiyesi aldım ve Deniz'le evdeki maceralarımız başladı!
Zaten 3 günlük bebek sadece yiyor ve uyuyor olduğu için bize yapacak pek birşey kalmadı. Tabii erken doğduğu için de emme refleksi tam gelişmemişti ve emzirmek biraz zaman alıyordu. Haaa tabii bir de uyanamama durumunu unutmamak lazım. Adam uykuya daldı mı 2 saat sonra uyanması gerektiğini bilmiyor tabii ki. Haliyle onu uyandırmaya çalışmalar, memeyi ağzına sokmaya çalışmalar derken koşturmacamız başladı.
Barış için ertesi sabah hastaneden telefon aldık, çocuk cerrahı Altan Bey bizimle yüzyüze görüşmek istiyordu. Hemen atladık gittik hastaneye, kendisini bulduk. Oturdu bize detaylı detaylı durumu anlattı. Barış'ın bağırsaklarda bir tıkanma olduğunu tahmin ediyordu. Zira yukardan ve aşağıdan verdiği sıvılar bir noktada tıkanıyordu ve karın ultrasonunda da aşırı gazlı bir durum vardı. Yoğun gaz ve şişkinlikten dolayı bir sıkıntı olduğu belliydi fakat daha fazlasını dışardan bakarak anlamak mümkün değildi. Karından girip durumu görmeliyim ve ona göre müdahale etmeliyim dedi. Yani 4 günlük haliyle Barış'ın ameliyat olması gerekiyodu.. Ameliyat sırasında gördüğü duruma göre de müdahale edeceğini söyledi. Bu durumda bir kitle olabilir, bağırsağın bir bölümünde düğümlenme olabilir gibi çeşitli ihtimalleri yazarak çizerek bize anlattı. Bizden de ameliyata izin için bir imza istedi.
Öyle bir durumda kaldık ki anlatmaya kelimeleri yetmez. Çocuk yoğun bakımda ve beslenemiyor, bu şekilde devam edemez. Altan Bey'in anlattıkları ve ilgisi de bize güven verdi ve imzayı verdik, alın ameliyata dedik. "Öğleden sonra alıcam ben sizi arar çağırırım, siz evinize gidin diğer bebeğin yanında olun" dedi. Biz de atladık tekrar eve gittik. Öğlen 3 gibi aradı tekrar çağırdı, atladık tekrar hastaneye gittik. ( Bu arada gittik geldik dediğim yol ; Hastane Çağlayan'da, ev Kadıköy'de!)
Daha bağrımıza basamadığımız miniğimizi yoğun bakımın kapısında bekledik, küvezle çıktılar. Birlikte ameliyathanenin kapısına kadar indik, doktorlara teslim ettik ve beklemeye başladık..
Hastanenin bekleme alanı ne berbat bir yerdeydi anlatamam! Basııııık, ufaaaaak, penceresi yoook.. Zaten insanın içi sıkılıyo bir de minicik alanda kasvetli kasvetli bekliyoruz. Neyse ki acemi anne-babanın yanında eşimin amcası geldi de saolsun bizi konuştura konuştura kafamızı dağıtıp oyaladı. O olmasa heralde duvara gözümüzü diker ameliyat bitene kadar kıpırdamadan dururduk! 1 saat 45 dakika! Hayatın en uzun 1 saat 45 dakikası.. Duvardaki koca saat de, kolumdaki küçük saat de, telefonun saati de aynı hızda ilerliyor.. Gözümüz kapıda.. 1 saat 45 dakika sonra Altan Bey kapıdan çıktı, biz de yerimizde fırladık. Yüzü gülüyordu, dedi ki "Size anlattığım en iyi ihtimalden bile iyi bir durumla karşılaştık. İnce bağırsağı kendi etrafında dönmüş (Tıptaki adı Volvulus ) ve karından açınca elimizle düzelterek hallettik. Bağırsağa neşter bile değmedi, herşey yolunda." Kocaaaa bir ohh çektik!
Barış'ı yine küvezde ameliyathaneden yoğun bakıma alırlarken yanındaydık. Onu yerine götürdük ve tekrar Deniz'in yanına eve döndük. Şimdi ameliyat sonrası durumun normale dönmesini beklemek kalmıştı. Birkaç gün içinde serumdan normal beslenmeye geçmesini sağlayıp, emzirebildiğimi gördüklerinde de Barış'ı eve yollayacaklardı.
Fakat durum bu kadar olumlu ilerlemedi..
Ameliyatın ertesi günü de serumla beslenmeye devam etti. Sonrasında anne sütünü biberonla verebilmek için benden sağılmış anne sütü istemeye başladılar. Sonraki birkaç gün boyunca sağdığım sütleri günde 2 defa hastaneye götürüp getirdim. Barış yavaş yavaş sütü almaya başladı, beslenmesi birkaç gün serum ve sütle devam etti. Tabii hastaneye her gittiğimde de mutlaka emzirme denemeleri yapıyordum. Makinalara bağlı kablolarıyla kucağıma verdikleri miniği orada bulduğum bir sandalyenin üstünde emzirdim her defasında.
Bir gün yine girdim yoğun bakıma, zaten 4 tane küvez var, Barış'ı göremedim. Diğer küvezlere baktım, bir yandan da "lan çocuğumu tanıyamadım heralde" diyorum. Hemşireye "ay nerde bizimki" dedim, karşıdaki küvezi gösterdi. Bir baktım çocuğun saçlarını iki yandan kazımışlar! İki yandan C şeklinde ama oldukça özensiz şekilde kazınmış saçıyla tabii ki tanımam! "Nooldu, neden saçlarını kestiniz?" dedim biraz da panik halinde. "Sakin olun, birşey yok, sabit bir damar yolu açmak için acaba kafasındaki damara mı açsak diye baktık ama sonra boynuna açtık" dediler. Yani kötü birşey olmadığına mı üzülsem, boynundaki yeni kablolara mı üzülsem yoksa yamuk yumuk saçlarına mı üzülsem bilemedim. Dedim bari komple kesin saçları da böyle hippi gibi durmasın. Neyse ertesi gün komple permatikle kestiler saçları..
Günler geçtikçe Barış'ın durumu düzeldi, fakat bu sefer de başka bir problem hasıl oldu. Beslenmeye başlayan minik beyimizin yediklerinden kalanı çıkartma zamanı geldiğinde sorun yaşıyordu. Yani kısacası beslenmeye başlamıştı fakat bu sefer de kakasını yapamıyordu.. Nur topu gibi yeni bir sorunumuz olmuştu..
Altan Bey'le tekrar görüştüğümüzde Barış'ın genel durumunun gayet iyi olduğunu fakat kaka yapamadığını, bunu da bir süre takip etmek istediğini söyledi. İlk ameliyattan çıktığında bize "çocuğunuz bugüne kadar gördüğüm en uzun kalın bağırsağa sahip, ilerde kabız olabilir" demişti. Açıkçası ilk etapta kaka yapamıyor denilince biz de kabız olduğunu sandık. Fakat doktorumuz daha ciddi bir sorun olabileceğini söyledi, zira popodan müdahale yapıp uyarınca kakasını yapabiliyordu. Hirschsprung diye bir hastalık şüphesi vardı ve bunu anlamak için kalın bağırsaktan biyopsi yapması gerekiyordu. Yani ufak da olsa ikinci bir operasyon demekti. Hastalık teşhis edilirse, bu daha fazla operasyon ya da hastalığın derecesine göre birkaç yıl sürecek bir tedavi gerektirebilirdi.
Tam eve gidicez diye beklediğimiz anda, elimizde yeni bir sorunla kalakalmıştık ; Hirschsprung Hastalığı..
Artık İstanbul Florence ile işimiz bitmiş, Şişli Florence ile görüşme halindeydik. Yoğun bakım ünitesinin kapısına gidip, oradaki bir telefonla içeriyi arıyorduk ve "Tarsus bebeklerin annesiyim, kapıdayım" diyince hemşireler gelip beni içeri alıyorlardı. Deniz'in durumu düzelmişti, hafif bir sarılık artmasına önlem olarak 12 saat kadar fototerapi almıştı ve normal beslenmeye başlamıştı. Hemşireler emzirebildiğimden de emin olmak için bir daha emzirmemi istediler. Emzirdim, giydirdik ve evrak işleri de bitince Deniz'i hastaneden çıkarttık.
Barış için ise durum belirsizliğini koruyordu. Hala beslenemiyor ve safra kusuyordu, dolayısıyla serumla beslenmeye devam ediliyordu. Yoğun bakım doktoru ise çocuk cerrahının görüşünü almak istiyordu. Bize de dedi ki "çocuk cerrahımız şuan ameliyatta, siz Deniz'i alın evinize gidin. Barış burda güvende merak etmeyin, telefonla haberleşelim ve duruma göre tekrar sizi buraya çağırırız." Biz de kendisinin tavsiyesine uyduk, küvez içindeki Barış'a biraz dokunup sevdim ve Deniz'i alıp eve geldik. Gün içinde cerrahtan bilgi alamadık çünkü o da teşhi koyabilmek için kendi muayene ve tetkiklerini yapmak istiyordu.
Bu arada Deniz beyi eve getirdik ve var gücümüzle ona sarıldık. Tabii hastane çıkışını da normal prosedürle yapmadığımız için birçok konuda bilgi de alamadan çıkmak durumunda kaldık. Tek bildiğimiz 2 saatte bir beslememiz gerektiğiydi. Bir de tabii süt yetmeme durumu için mama almalıydık. Bir arkadaşımdan mama tavsiyesi aldım ve Deniz'le evdeki maceralarımız başladı!
Zaten 3 günlük bebek sadece yiyor ve uyuyor olduğu için bize yapacak pek birşey kalmadı. Tabii erken doğduğu için de emme refleksi tam gelişmemişti ve emzirmek biraz zaman alıyordu. Haaa tabii bir de uyanamama durumunu unutmamak lazım. Adam uykuya daldı mı 2 saat sonra uyanması gerektiğini bilmiyor tabii ki. Haliyle onu uyandırmaya çalışmalar, memeyi ağzına sokmaya çalışmalar derken koşturmacamız başladı.
Barış için ertesi sabah hastaneden telefon aldık, çocuk cerrahı Altan Bey bizimle yüzyüze görüşmek istiyordu. Hemen atladık gittik hastaneye, kendisini bulduk. Oturdu bize detaylı detaylı durumu anlattı. Barış'ın bağırsaklarda bir tıkanma olduğunu tahmin ediyordu. Zira yukardan ve aşağıdan verdiği sıvılar bir noktada tıkanıyordu ve karın ultrasonunda da aşırı gazlı bir durum vardı. Yoğun gaz ve şişkinlikten dolayı bir sıkıntı olduğu belliydi fakat daha fazlasını dışardan bakarak anlamak mümkün değildi. Karından girip durumu görmeliyim ve ona göre müdahale etmeliyim dedi. Yani 4 günlük haliyle Barış'ın ameliyat olması gerekiyodu.. Ameliyat sırasında gördüğü duruma göre de müdahale edeceğini söyledi. Bu durumda bir kitle olabilir, bağırsağın bir bölümünde düğümlenme olabilir gibi çeşitli ihtimalleri yazarak çizerek bize anlattı. Bizden de ameliyata izin için bir imza istedi.
Öyle bir durumda kaldık ki anlatmaya kelimeleri yetmez. Çocuk yoğun bakımda ve beslenemiyor, bu şekilde devam edemez. Altan Bey'in anlattıkları ve ilgisi de bize güven verdi ve imzayı verdik, alın ameliyata dedik. "Öğleden sonra alıcam ben sizi arar çağırırım, siz evinize gidin diğer bebeğin yanında olun" dedi. Biz de atladık tekrar eve gittik. Öğlen 3 gibi aradı tekrar çağırdı, atladık tekrar hastaneye gittik. ( Bu arada gittik geldik dediğim yol ; Hastane Çağlayan'da, ev Kadıköy'de!)
Daha bağrımıza basamadığımız miniğimizi yoğun bakımın kapısında bekledik, küvezle çıktılar. Birlikte ameliyathanenin kapısına kadar indik, doktorlara teslim ettik ve beklemeye başladık..
Hastanenin bekleme alanı ne berbat bir yerdeydi anlatamam! Basııııık, ufaaaaak, penceresi yoook.. Zaten insanın içi sıkılıyo bir de minicik alanda kasvetli kasvetli bekliyoruz. Neyse ki acemi anne-babanın yanında eşimin amcası geldi de saolsun bizi konuştura konuştura kafamızı dağıtıp oyaladı. O olmasa heralde duvara gözümüzü diker ameliyat bitene kadar kıpırdamadan dururduk! 1 saat 45 dakika! Hayatın en uzun 1 saat 45 dakikası.. Duvardaki koca saat de, kolumdaki küçük saat de, telefonun saati de aynı hızda ilerliyor.. Gözümüz kapıda.. 1 saat 45 dakika sonra Altan Bey kapıdan çıktı, biz de yerimizde fırladık. Yüzü gülüyordu, dedi ki "Size anlattığım en iyi ihtimalden bile iyi bir durumla karşılaştık. İnce bağırsağı kendi etrafında dönmüş (Tıptaki adı Volvulus ) ve karından açınca elimizle düzelterek hallettik. Bağırsağa neşter bile değmedi, herşey yolunda." Kocaaaa bir ohh çektik!
Barış'ı yine küvezde ameliyathaneden yoğun bakıma alırlarken yanındaydık. Onu yerine götürdük ve tekrar Deniz'in yanına eve döndük. Şimdi ameliyat sonrası durumun normale dönmesini beklemek kalmıştı. Birkaç gün içinde serumdan normal beslenmeye geçmesini sağlayıp, emzirebildiğimi gördüklerinde de Barış'ı eve yollayacaklardı.
Fakat durum bu kadar olumlu ilerlemedi..
Ameliyatın ertesi günü de serumla beslenmeye devam etti. Sonrasında anne sütünü biberonla verebilmek için benden sağılmış anne sütü istemeye başladılar. Sonraki birkaç gün boyunca sağdığım sütleri günde 2 defa hastaneye götürüp getirdim. Barış yavaş yavaş sütü almaya başladı, beslenmesi birkaç gün serum ve sütle devam etti. Tabii hastaneye her gittiğimde de mutlaka emzirme denemeleri yapıyordum. Makinalara bağlı kablolarıyla kucağıma verdikleri miniği orada bulduğum bir sandalyenin üstünde emzirdim her defasında.
Bir gün yine girdim yoğun bakıma, zaten 4 tane küvez var, Barış'ı göremedim. Diğer küvezlere baktım, bir yandan da "lan çocuğumu tanıyamadım heralde" diyorum. Hemşireye "ay nerde bizimki" dedim, karşıdaki küvezi gösterdi. Bir baktım çocuğun saçlarını iki yandan kazımışlar! İki yandan C şeklinde ama oldukça özensiz şekilde kazınmış saçıyla tabii ki tanımam! "Nooldu, neden saçlarını kestiniz?" dedim biraz da panik halinde. "Sakin olun, birşey yok, sabit bir damar yolu açmak için acaba kafasındaki damara mı açsak diye baktık ama sonra boynuna açtık" dediler. Yani kötü birşey olmadığına mı üzülsem, boynundaki yeni kablolara mı üzülsem yoksa yamuk yumuk saçlarına mı üzülsem bilemedim. Dedim bari komple kesin saçları da böyle hippi gibi durmasın. Neyse ertesi gün komple permatikle kestiler saçları..
Günler geçtikçe Barış'ın durumu düzeldi, fakat bu sefer de başka bir problem hasıl oldu. Beslenmeye başlayan minik beyimizin yediklerinden kalanı çıkartma zamanı geldiğinde sorun yaşıyordu. Yani kısacası beslenmeye başlamıştı fakat bu sefer de kakasını yapamıyordu.. Nur topu gibi yeni bir sorunumuz olmuştu..
Altan Bey'le tekrar görüştüğümüzde Barış'ın genel durumunun gayet iyi olduğunu fakat kaka yapamadığını, bunu da bir süre takip etmek istediğini söyledi. İlk ameliyattan çıktığında bize "çocuğunuz bugüne kadar gördüğüm en uzun kalın bağırsağa sahip, ilerde kabız olabilir" demişti. Açıkçası ilk etapta kaka yapamıyor denilince biz de kabız olduğunu sandık. Fakat doktorumuz daha ciddi bir sorun olabileceğini söyledi, zira popodan müdahale yapıp uyarınca kakasını yapabiliyordu. Hirschsprung diye bir hastalık şüphesi vardı ve bunu anlamak için kalın bağırsaktan biyopsi yapması gerekiyordu. Yani ufak da olsa ikinci bir operasyon demekti. Hastalık teşhis edilirse, bu daha fazla operasyon ya da hastalığın derecesine göre birkaç yıl sürecek bir tedavi gerektirebilirdi.
Tam eve gidicez diye beklediğimiz anda, elimizde yeni bir sorunla kalakalmıştık ; Hirschsprung Hastalığı..
17 Mart 2016 Perşembe
Yoğum Bakıma Giriş A101
Doğum sonrası odaya geldim, zaten hep kendimde olduğum için bir ayılma sürecim olmadı. Bacaklarımı tabii ki hala hissetmiyordum ama hızlı şekilde uyuşukluğum açıldı. 4-5 saat sonra tamamen hissedebilir duruma gelmiştim. Kesilen yerimde koca bir bandaj ve sonda olduğu için zaten yerimden de kalkmam gerekmiyordu. Tabii anestezi aldığım için sonrasındaki tatsız tutsuz çorbalar, kompostolar gelip gidiyordu.
O güne dair canımı yakan tek şey akşamüzeri beni yürütmeleriydi! Arada pansumana geldiler, o da fena diildi ama o odada 1 tur atabilmek için çektiğim acıyı ne sen sor ne ben söyliyim! Bir kolumda annem bir kolumda hemşireyle gözümden yaşlar gele gele odanın bir ucundan diğer ucuna kadar yürüyebildim. Sonrasında zaten iyileşme sürecinde çok da bir ağrım sancım olmadı, herşey yolundaydı. Tabii ki normal hareket edebilmek biraz zaman alıyor, neticede karın bölgesi oturup kalkarken kullanılan bir bölge ve orada dikişler oluyor.
Bebekleri ben odaya geldikten kısa süre sonra yanıma getirdiler. Ben gelene kadar ahali bebekleri bebek odasında seyretmişti zaten, odaya geldiklerinde de mis gibilerdi. Beyaz beyaz tulumları giyinmiş kuşanmış iki minik adam odanın gözdesi oluverdiler. Kucağıma almakta çekinmedim ya da zorlanmadım ama emzirmeyi öğrenmek biraz zaman aldı :) Bebekler biraz da erken doğdukları için emme refleksleri normal zamanda doğan bebeklere göre daha zayıftı. Dolayısıyla iki taraflı bir öğrenme durumu söz konusuydu. Zaten ilk etapta sütüm de gelmediği için olay sadece emzirmenin tekniğini öğrenmekle ilgiliydi.
İlk günümüz ziyaretçilerle, pansumanlarla, bebekleri seyretmekle geçti. Gece yanımda tecrübeli kişi olaraktan annem kaldı. Bebeklerin birini benim diğerini annemin gözü önüne yatırarak geceyi yarı uyur yarı uyanık geçirdik. Zaten hemşireler de sık sık odaya geldiler. Beslenme olayı ise zaten pek süt gelmediği için mama ile devam etmekteydi. Ben de makinayla çektirerek ve de emzirmeyi deneyerek süte yol açmaya çalıştım.


İkinci günümüz biraz sıkıntılı başladı. Bebekler beslenme konusunda biraz sıkıntı çıkarıyorlardı, mamayı da memeyi de reddediyorlardı. Deniz az da olsa alıyordu ama Barış kesinlikle almıyordu ve bir zaman sonra da kusmaya başladı. Öğlen gibi bebekleri yıkayacaklarını söyleyip bize de göstermek için anne-baba takımını bebek odasına çağırdılar. Biz ancak orada çocuk doktoru hanımla adam gibi karşılaşabildik. Ondan önce sadece ilk gün 2 dakikalığına odaya uğradı, "herşey yolunda, daha uzun konuşmak için en yakın zamanda uğrayacağım" dedi ve gitti. İkinci görüşmemiz de bebek odasında bebekler yıkanırken oldu. Orada da bu beslenememe sorunundan bahsettik, sorduk. Bir kan testi yapmamız lazım, sonucuna göre konuşucaz dedi. Ne olabilir peki diye sorduk, çok net cevap alamadık sadece yoğun bakıma gönderebiliriz önlem olarak dedi ve devamını getirmedi.
Odaya çıktık, bebekleri yanımıza getirdiler. Barış yememe durumunun üstüne bir de sarı-yeşil renkte kusmaya başlamıştı. Akşam 6 gibi kan tesleri de geldikten sonra nöbetçi çocuk doktoru geldi ve bebekleri yoğun bakıma almamız gerektiğini söyledi. Beslenemedikleri için kan şekeri düşme durumu olabilirdi ve daha ileri tetkikler yapılması gerekebilirdi. Durum pek bir muallaktayken bebekler yan hastanenin (Şişli Florence Nightingale) bebek yoğun bakım ünitesine götürüldü. Bu arada da bir takım saçmalıklar oldu tabii. Biz giderken bize haber verin biz de gelicez dedik, tamam dediler. Sonra sorduğumuzda bebekler gitmişti bile. Neymiş efendim bizi aramışlar da odanın telefonu cevap vermemiş! Kardeşim bir kat yukarı çıkıp odaya gelemiyor musunuz ? Neyse işte birtakım tartışmalar falan ama neticede iki bebeğimizi de yan hastaneye yoğun bakıma yolladık.
İkinci gecemizi bebeklerden ayrı geçirdik. Biz annemle bir odada, onlar yan hastanede küvezdeydiler. Ben 2-3 saatte bir görmeye gittim, sağabildiğim sütü götürdüm ya da emzirmeye çalıştım. Deniz'in durumu toparlanıyordu fakat Barış hala beslenmeyi reddettiği için serum taktılar. Mideden gelen sarı sıvıyı dışarı alabilmek için de midesine burundan bir hortum indirildi ve tetkikler yapılmaya devam edildi.
Üçüncü gün Deniz'i emzirmeyi başardım ama tabii gelen süt çok az. Hemen hastane tipi bir sağma makinası kiraladım. Zira onların çekme gücü daha kuvvetli olduğu için daha faydalıymış. Barış'ın durumuysa stabil, çocuk hala beslenemiyordu ve serum vermeye devam ediyorlardı. Bu arada günlerden 29 Ekim olması sebebiyle doktorlar izinde, nöbetçi doktorlar var. Yoğun Bakım'ın sorumlu doktoru Şükran Hanım'ın uzaktan da olsa durumu takip ettiğini söylediler, biraz bekleyip durumunu takip edicez dediler. Bu arada doğum doktorum Herman Bey'le görüştüm, o da Şükran Hanım'la konuştu durumla ilgili bilgi alıp bana geri döndü. Durum kontrol altında merak etmeyin, tetkikler yapılıyor, ne olduğunu anlıycaz dediler.
Neticede bebeklerin hayatta üçüncü, yoğun bakımdaki ikinci günlerinde onları orada bırakıp eve dönmek zorunda kaldık. Deniz'in durumu iyi olsa da Şükran Hanım görmeden çıkartmak istemediler, biz de onun için iyi olacaksa kalsın tabii dedik. Gece 12'ye kadar hastanede kaldık, ara ara görmeye gittik, gece de annem, ben, kocam eve döndük..
İki gün önce evden 3 kişi çıkarken dönüşte 5 kişi olmayı planlamıştık. Fakat hayat bize başka planlar yapmıştı. Odalarının kapısını usulca kapatıp, kendimde kalmaya çalışarak yatağa girdim. Benim başka bir misyonum daha vardı ; süt vermek! Ve üzüntü sütün gelmesini engelleyebilecek unsurlardan en önemlisiydi. Dolayısıyla üç günlük anne olarak yoğun bakımda kalan bebeklere üzülmeyi kesmeli ve sütüme odaklanmalıydım. Sonuçta hastanede kontrol altındalardı ve benim sütün onlara en iyi gelecek şeydi.. İşte annelik benim için o gün başlamıştı..
O güne dair canımı yakan tek şey akşamüzeri beni yürütmeleriydi! Arada pansumana geldiler, o da fena diildi ama o odada 1 tur atabilmek için çektiğim acıyı ne sen sor ne ben söyliyim! Bir kolumda annem bir kolumda hemşireyle gözümden yaşlar gele gele odanın bir ucundan diğer ucuna kadar yürüyebildim. Sonrasında zaten iyileşme sürecinde çok da bir ağrım sancım olmadı, herşey yolundaydı. Tabii ki normal hareket edebilmek biraz zaman alıyor, neticede karın bölgesi oturup kalkarken kullanılan bir bölge ve orada dikişler oluyor.
Bebekleri ben odaya geldikten kısa süre sonra yanıma getirdiler. Ben gelene kadar ahali bebekleri bebek odasında seyretmişti zaten, odaya geldiklerinde de mis gibilerdi. Beyaz beyaz tulumları giyinmiş kuşanmış iki minik adam odanın gözdesi oluverdiler. Kucağıma almakta çekinmedim ya da zorlanmadım ama emzirmeyi öğrenmek biraz zaman aldı :) Bebekler biraz da erken doğdukları için emme refleksleri normal zamanda doğan bebeklere göre daha zayıftı. Dolayısıyla iki taraflı bir öğrenme durumu söz konusuydu. Zaten ilk etapta sütüm de gelmediği için olay sadece emzirmenin tekniğini öğrenmekle ilgiliydi.
İlk günümüz ziyaretçilerle, pansumanlarla, bebekleri seyretmekle geçti. Gece yanımda tecrübeli kişi olaraktan annem kaldı. Bebeklerin birini benim diğerini annemin gözü önüne yatırarak geceyi yarı uyur yarı uyanık geçirdik. Zaten hemşireler de sık sık odaya geldiler. Beslenme olayı ise zaten pek süt gelmediği için mama ile devam etmekteydi. Ben de makinayla çektirerek ve de emzirmeyi deneyerek süte yol açmaya çalıştım.
İkinci günümüz biraz sıkıntılı başladı. Bebekler beslenme konusunda biraz sıkıntı çıkarıyorlardı, mamayı da memeyi de reddediyorlardı. Deniz az da olsa alıyordu ama Barış kesinlikle almıyordu ve bir zaman sonra da kusmaya başladı. Öğlen gibi bebekleri yıkayacaklarını söyleyip bize de göstermek için anne-baba takımını bebek odasına çağırdılar. Biz ancak orada çocuk doktoru hanımla adam gibi karşılaşabildik. Ondan önce sadece ilk gün 2 dakikalığına odaya uğradı, "herşey yolunda, daha uzun konuşmak için en yakın zamanda uğrayacağım" dedi ve gitti. İkinci görüşmemiz de bebek odasında bebekler yıkanırken oldu. Orada da bu beslenememe sorunundan bahsettik, sorduk. Bir kan testi yapmamız lazım, sonucuna göre konuşucaz dedi. Ne olabilir peki diye sorduk, çok net cevap alamadık sadece yoğun bakıma gönderebiliriz önlem olarak dedi ve devamını getirmedi.
Odaya çıktık, bebekleri yanımıza getirdiler. Barış yememe durumunun üstüne bir de sarı-yeşil renkte kusmaya başlamıştı. Akşam 6 gibi kan tesleri de geldikten sonra nöbetçi çocuk doktoru geldi ve bebekleri yoğun bakıma almamız gerektiğini söyledi. Beslenemedikleri için kan şekeri düşme durumu olabilirdi ve daha ileri tetkikler yapılması gerekebilirdi. Durum pek bir muallaktayken bebekler yan hastanenin (Şişli Florence Nightingale) bebek yoğun bakım ünitesine götürüldü. Bu arada da bir takım saçmalıklar oldu tabii. Biz giderken bize haber verin biz de gelicez dedik, tamam dediler. Sonra sorduğumuzda bebekler gitmişti bile. Neymiş efendim bizi aramışlar da odanın telefonu cevap vermemiş! Kardeşim bir kat yukarı çıkıp odaya gelemiyor musunuz ? Neyse işte birtakım tartışmalar falan ama neticede iki bebeğimizi de yan hastaneye yoğun bakıma yolladık.
İkinci gecemizi bebeklerden ayrı geçirdik. Biz annemle bir odada, onlar yan hastanede küvezdeydiler. Ben 2-3 saatte bir görmeye gittim, sağabildiğim sütü götürdüm ya da emzirmeye çalıştım. Deniz'in durumu toparlanıyordu fakat Barış hala beslenmeyi reddettiği için serum taktılar. Mideden gelen sarı sıvıyı dışarı alabilmek için de midesine burundan bir hortum indirildi ve tetkikler yapılmaya devam edildi.
Üçüncü gün Deniz'i emzirmeyi başardım ama tabii gelen süt çok az. Hemen hastane tipi bir sağma makinası kiraladım. Zira onların çekme gücü daha kuvvetli olduğu için daha faydalıymış. Barış'ın durumuysa stabil, çocuk hala beslenemiyordu ve serum vermeye devam ediyorlardı. Bu arada günlerden 29 Ekim olması sebebiyle doktorlar izinde, nöbetçi doktorlar var. Yoğun Bakım'ın sorumlu doktoru Şükran Hanım'ın uzaktan da olsa durumu takip ettiğini söylediler, biraz bekleyip durumunu takip edicez dediler. Bu arada doğum doktorum Herman Bey'le görüştüm, o da Şükran Hanım'la konuştu durumla ilgili bilgi alıp bana geri döndü. Durum kontrol altında merak etmeyin, tetkikler yapılıyor, ne olduğunu anlıycaz dediler.
Neticede bebeklerin hayatta üçüncü, yoğun bakımdaki ikinci günlerinde onları orada bırakıp eve dönmek zorunda kaldık. Deniz'in durumu iyi olsa da Şükran Hanım görmeden çıkartmak istemediler, biz de onun için iyi olacaksa kalsın tabii dedik. Gece 12'ye kadar hastanede kaldık, ara ara görmeye gittik, gece de annem, ben, kocam eve döndük..
İki gün önce evden 3 kişi çıkarken dönüşte 5 kişi olmayı planlamıştık. Fakat hayat bize başka planlar yapmıştı. Odalarının kapısını usulca kapatıp, kendimde kalmaya çalışarak yatağa girdim. Benim başka bir misyonum daha vardı ; süt vermek! Ve üzüntü sütün gelmesini engelleyebilecek unsurlardan en önemlisiydi. Dolayısıyla üç günlük anne olarak yoğun bakımda kalan bebeklere üzülmeyi kesmeli ve sütüme odaklanmalıydım. Sonuçta hastanede kontrol altındalardı ve benim sütün onlara en iyi gelecek şeydi.. İşte annelik benim için o gün başlamıştı..
15 Mart 2016 Salı
Doğurmaya Gidiyoruz Hobarey!
Ekim ayı içerisinde kontrollerimiz artık haftada 1'e kadar düştü. Ha geldi ha gelecek derken günler günleri kovaladı. Her seferinde doktor doğum için gün verecek diye gittim fakat 21 Ekim'e kadar doktorum "bugün git haftaya gel" demeye devam etti. 21 Ekim'deki kontrolde artık 27 Ekim sabahı için netleştik ve hastane rezervasyonlarımızı yaptırdık. Koyduğumuz tarih öncesinde bebeklerin bir atak yapmayacağını umarak son günlerimize giriş yaptık.
Son 2 güne kadar herşey yolundaydı, sırt ve bel ağrılarım en azından katlanılabilir seviyedeydi diyebilirim. Fakat pazar ve pazartesi günleri artık ne yana dönsem ağrıyan kemik ve kas bütünü oldum. Yataktan kalk, koltuğa yat, ordan kalk öbür koltuğa otur, sağa dön, sola dön derken acılar içindeki o son 2 günü nasıl geçirdim bir ben bilirim bir de annem.
27 Ekim salı sabahı 5:30'da ekip olarak yola koyulduk ve 6:00'da hastanedeydik. Aslında doğum saati olarak 8 demiştik, doktor en geç 7'de hastanede ol demişti. Fakat Kadıköy'den Şişli'ye bir haftaiçi sabahı trafik hesaba katıldığında, bir de bu konuda ekstra takıntılı kocam da işin içine girdiğinde sabah 6'da kendimizi hastanede bulduk. Hastane ekibi : ben, kocam, annem, kayınvalide, kayınpeder.
Sonunda günlerdir kapağı açık duran kırmızı valizimin kapağı kapandı ve 27 Ekim salı saat 05:30'da 2 kişi olduğumuz evimize 4 kişi dönmek üzere yola çıktık.
Hastanede bizimle aynı anda gelen bir hamile bayan daha vardı, sanırım benden önce o doğuracaktı. Ekipler yandan yandan birbirini süzerken minik selamlaşmalar ve gülümsemelerle önce onlar sonra da biz odamızın yolunu tuttuk. İstanbul Florence Nightingale 307 numaralı odayı yarı suit olması sebebiyle öncede ayırtmıştık zira herkes ziyarete gelenler hödöö diye direk hamileyle karşılaşmasınlar diye mümkün olursa suit oda almamızı tavsiye etmişti. İyi de etmişler, memnun kaldık.
Odamıza çıktık yerleştik ve beklemeye başladık. Tabii ben aç susuz beklediğim için biraz da bitkinlik vardı üstümde. İkiz doğururken sezeryan mecburi değil tabii ki de ama bizim tek keselileri normal doğumla doğurmak riskli olacağı için doğum yöntemimiz zaten sezeryan olacaktı. Ben de tamamen uyutulmak istemedim, epidural yapalım dedim. Doktorumuz da durumu uygun gördü. Saat 8:00 gibi beni almaya geldiler, sedyeyle ameliyathaneye doğru yola çıktık.
Sedyede yatar haldeyken hastane koridorlarından geçmek tam bir film sahnesi gibiydi. Tavandaki ışıklar, yanımdan geçen insanlar, ameliyathane girişinden itibaren yeşil önlüklü ve rengarenk bandanalı doktorlar, hemşireler ve daha bilmediğim kimler kimler.. Uzun yolun sonunda ameliyathaneye girdik, Herman Bey de ekibiyle ordaydı. O da nesi ? İçerde 15 kişi falan var. Dedim heralde bunlar hazırlık için burdalar ya da daha operasyon başlamadığı için girip çıkıyorlar.. Hahaaa meğer hepsi doğum ekibiymiş! Resmen "biri tuttu, biri iğne batırdı, biri ilça verdi, biri monitöre baktı, biri doğurttu, biri bebeği aldı..." diye uzaytabilecek işlemlerin her biri için ayrı kişi varmış!
Önce epidural için sırtımda giriş yolu açıldı. Bir doktor hareket etmemem için beni önden tuttu, diğeri de sırtımda bişeyler açtı. Acısı derseniz çok anlık ve azcık bir acıdır hatırımda kalan. Sanırsam kan alınırkenki iğne giriş hissinden hallice birşey. Bir süre sonra da açılan yerden iğneyle ilaç verilince bende yavaştan uyuşukluk başladı. Belimden aşağısı hafif bir karıncalanma hissiyle başlayan ve hissizlikle sonuçlanan 2-3 dakikanın içinde artık operasyona hazırdı. Kafamın önüne de bir mavi örtüyle perde çekildii, kocamı da içeri aldılaaar ve başladılar.
Başladılar derken kimse bana başlıyoruz falan da demedi, ben de bişey hissetmedim aslında :) Ama baktım herkes toplaştı, bi ittirme kaktırma işlemi başadı, dedim heralde başadılar. İttirme kaktırma dediysem de öyle anlaşılır birşey de değil yani. En ufak bir acı yok! 2-3 dakika içinde de ilk çığlık duyuldu zaten! O arada biz kocamla perde arkasında sohbetteyiz yani o kadar hızlı olacağını hiç beklemiyorduk. İlk çığlık ağlamaya dönüp yankılanmaya devam ederken, kardeşinin çığlığı da araya girdi. Anlıyacağınız ortalık çığlık kıyamet! :)
Yanlış hatırlamıyorsam birkaç dakika içinde de bebeklerin ilk temizliklerini yapıp yanımıza getirdiler. Birini bir yanağıma diğerini diğer yanağıma yanaştırdılar, hayata ilk pozumuzu verdik ve bebek odasına doğru yola çıktılar. Onların ardından kocamı da dışarı aldılar ve anladığım kadarıyla dikiş işlemi başladı. Doğum sırasında üstümden büyük bit yük kalkmış gibi hissettim, ama gerçek anlamda :) Yani o koca göbeğimin bir anda iniverdiğini hissettim resmen. Bebeklerin sesini duymaksa enteresan bir deneyimdi. Aylardır içimdeki adamlarla hep uzaktan ve tek taraflı sohbet ederken, 1 dakika içinde bana aylardır söyleyemediklerini bağırır gibilerdi. :)
Bir grup insan ameliyathaneden çıktıktan sonra benim de ağzıma bir ağızlık verildi (ay onun adı ne hiç bilmiyorum). Nefes alın biraz sakinleşin dediler. Meğer gazı basmışlar ayol, hooop diye uykuya dalıverdim :) Kendime geldiğimde sedyeyle ayılma alanındaydım, hemen sonrasında ise odaya çıkardılar. Toplam 1,5 saat içinde herşey oluvermiş ve doğum sağlıkla gerçekleşmişti.
Ya da aslında herşey yeni başlıyordu...
Son 2 güne kadar herşey yolundaydı, sırt ve bel ağrılarım en azından katlanılabilir seviyedeydi diyebilirim. Fakat pazar ve pazartesi günleri artık ne yana dönsem ağrıyan kemik ve kas bütünü oldum. Yataktan kalk, koltuğa yat, ordan kalk öbür koltuğa otur, sağa dön, sola dön derken acılar içindeki o son 2 günü nasıl geçirdim bir ben bilirim bir de annem.
27 Ekim salı sabahı 5:30'da ekip olarak yola koyulduk ve 6:00'da hastanedeydik. Aslında doğum saati olarak 8 demiştik, doktor en geç 7'de hastanede ol demişti. Fakat Kadıköy'den Şişli'ye bir haftaiçi sabahı trafik hesaba katıldığında, bir de bu konuda ekstra takıntılı kocam da işin içine girdiğinde sabah 6'da kendimizi hastanede bulduk. Hastane ekibi : ben, kocam, annem, kayınvalide, kayınpeder.
Sonunda günlerdir kapağı açık duran kırmızı valizimin kapağı kapandı ve 27 Ekim salı saat 05:30'da 2 kişi olduğumuz evimize 4 kişi dönmek üzere yola çıktık.
Hastanede bizimle aynı anda gelen bir hamile bayan daha vardı, sanırım benden önce o doğuracaktı. Ekipler yandan yandan birbirini süzerken minik selamlaşmalar ve gülümsemelerle önce onlar sonra da biz odamızın yolunu tuttuk. İstanbul Florence Nightingale 307 numaralı odayı yarı suit olması sebebiyle öncede ayırtmıştık zira herkes ziyarete gelenler hödöö diye direk hamileyle karşılaşmasınlar diye mümkün olursa suit oda almamızı tavsiye etmişti. İyi de etmişler, memnun kaldık.
Odamıza çıktık yerleştik ve beklemeye başladık. Tabii ben aç susuz beklediğim için biraz da bitkinlik vardı üstümde. İkiz doğururken sezeryan mecburi değil tabii ki de ama bizim tek keselileri normal doğumla doğurmak riskli olacağı için doğum yöntemimiz zaten sezeryan olacaktı. Ben de tamamen uyutulmak istemedim, epidural yapalım dedim. Doktorumuz da durumu uygun gördü. Saat 8:00 gibi beni almaya geldiler, sedyeyle ameliyathaneye doğru yola çıktık.
Sedyede yatar haldeyken hastane koridorlarından geçmek tam bir film sahnesi gibiydi. Tavandaki ışıklar, yanımdan geçen insanlar, ameliyathane girişinden itibaren yeşil önlüklü ve rengarenk bandanalı doktorlar, hemşireler ve daha bilmediğim kimler kimler.. Uzun yolun sonunda ameliyathaneye girdik, Herman Bey de ekibiyle ordaydı. O da nesi ? İçerde 15 kişi falan var. Dedim heralde bunlar hazırlık için burdalar ya da daha operasyon başlamadığı için girip çıkıyorlar.. Hahaaa meğer hepsi doğum ekibiymiş! Resmen "biri tuttu, biri iğne batırdı, biri ilça verdi, biri monitöre baktı, biri doğurttu, biri bebeği aldı..." diye uzaytabilecek işlemlerin her biri için ayrı kişi varmış!
Önce epidural için sırtımda giriş yolu açıldı. Bir doktor hareket etmemem için beni önden tuttu, diğeri de sırtımda bişeyler açtı. Acısı derseniz çok anlık ve azcık bir acıdır hatırımda kalan. Sanırsam kan alınırkenki iğne giriş hissinden hallice birşey. Bir süre sonra da açılan yerden iğneyle ilaç verilince bende yavaştan uyuşukluk başladı. Belimden aşağısı hafif bir karıncalanma hissiyle başlayan ve hissizlikle sonuçlanan 2-3 dakikanın içinde artık operasyona hazırdı. Kafamın önüne de bir mavi örtüyle perde çekildii, kocamı da içeri aldılaaar ve başladılar.
Başladılar derken kimse bana başlıyoruz falan da demedi, ben de bişey hissetmedim aslında :) Ama baktım herkes toplaştı, bi ittirme kaktırma işlemi başadı, dedim heralde başadılar. İttirme kaktırma dediysem de öyle anlaşılır birşey de değil yani. En ufak bir acı yok! 2-3 dakika içinde de ilk çığlık duyuldu zaten! O arada biz kocamla perde arkasında sohbetteyiz yani o kadar hızlı olacağını hiç beklemiyorduk. İlk çığlık ağlamaya dönüp yankılanmaya devam ederken, kardeşinin çığlığı da araya girdi. Anlıyacağınız ortalık çığlık kıyamet! :)
Yanlış hatırlamıyorsam birkaç dakika içinde de bebeklerin ilk temizliklerini yapıp yanımıza getirdiler. Birini bir yanağıma diğerini diğer yanağıma yanaştırdılar, hayata ilk pozumuzu verdik ve bebek odasına doğru yola çıktılar. Onların ardından kocamı da dışarı aldılar ve anladığım kadarıyla dikiş işlemi başladı. Doğum sırasında üstümden büyük bit yük kalkmış gibi hissettim, ama gerçek anlamda :) Yani o koca göbeğimin bir anda iniverdiğini hissettim resmen. Bebeklerin sesini duymaksa enteresan bir deneyimdi. Aylardır içimdeki adamlarla hep uzaktan ve tek taraflı sohbet ederken, 1 dakika içinde bana aylardır söyleyemediklerini bağırır gibilerdi. :)
Bir grup insan ameliyathaneden çıktıktan sonra benim de ağzıma bir ağızlık verildi (ay onun adı ne hiç bilmiyorum). Nefes alın biraz sakinleşin dediler. Meğer gazı basmışlar ayol, hooop diye uykuya dalıverdim :) Kendime geldiğimde sedyeyle ayılma alanındaydım, hemen sonrasında ise odaya çıkardılar. Toplam 1,5 saat içinde herşey oluvermiş ve doğum sağlıkla gerçekleşmişti.
Ya da aslında herşey yeni başlıyordu...
11 Şubat 2016 Perşembe
İkiz Beylerin Odası ve Evde Hazırlıklar
Daha yeni evlenmiş olmamız sebebiyle mevcut oturduğumuz evimize 2015 başında taşındık. Eve taşınırken ya da eşya alırken de hiç bebeğimiz olacakmış gibi davranmadık tabii ki. Hadi bir süre sonra elbet çocuk yapacağız diye 3+1 ev tercih ettik tamam ama hiç ikiz olacakmış gibi davranmadık!
Evin "bebek odası olma potansiyeli" olan odasına fazlalıklarımızı ya da "zamanla yerleştiririz" dediğimiz eşyaları ve kolileri doldurduk. Beklenmedik anda gelen beyler de bizi zamanından önce bu odayı kullanıma açmaya zorladı. Halbuki o odayı bir süreliğine fotoğraf odası olarak kullanmak vardı kocamın aklında :)
İkiz odalarını çok araştırdım, bir numarası yok. Sadece normal odaya 1 yatak daha ekliyorsun al sana ikiz odası :) Oda da çok büyük olmadığından zaten yerleşim için de pek fazla alternatifimiz yoktu. Biz iki üşengeç gidip de bebek odası bakmaya çalışsak bunu başarmamız aylar alacağı için beyimin kuzeninden yardım istedik. Bir mimarlık ofisinde çalışan Ezgi odanın ölçülerine göre bize çizim çalıştı ve kendi işlerini yaptırdığı mobilyacıda da mobilyaları ürettirdi. Neticede biz oturduğumuz yerden çizimlere yorum yaparak odayı yaptırmış olduk :)
İki yatağın dikey olarak arka arkaya koyduk, yanında bir gardrop bir de şifonyer yaptırdık. Sonra da kalan alana uygun bir koltuğu gidip Modoko'dan aldık. Odanın renklerinde bebekler erkek diye mavi kullanmak istemedik, biraz doğa konsepti olsun, huzurlu bir renk olsun diye yeşil tercih ettik. Yatakların arkasındaki duvara da büyük bir wallsticker aldık ve kendimiz yapıştırdık. ( O da ne zor işmiş arkadaş! Bit bit parçaları yapıştır yapıştır bitmedi!)
Kendi yatak odamıza beşik almak istemedik, başından itibaren çocukları kendi odalarında yatırmak hedefindeydik. Hedeflediğimiz gibi de oldu. Bir de tabii her eşyadan iki adet almak gerektiği için bir süre sonra evde yer kalmayacaktı. O nedenle mümkün olduğunca az ve öz eşya almak gerekliydi. Beşik gibi birşeye çok ihtiyaç duyarsak bebek arabasını evde kullanırız diye düşündük. (Daha doğrusu bu aklı da bir arkadaşım verdi :) iyi ki de vermiş, teşekkürler Murat! )
Özellikle mobilyalar sipariş usulü yaptırılıyorsa, o boya kokusunun çıkması için mümkün olduğunca erken almak gerekiyor. Sanırım bizimkiler doğumdan 1,5 ay önce gelmişti, kokuları da hakikaten ancak çıktı. Ama belki hazır alsak bu kadar uzun sürmeyebilirdi. Bir de tabii malzemesiyle de ilgili olabilir. Mdf değil ahşap kullanıldığı için de kokunun geçmesi uzun sürmüş olabilir.
Karyolaların içine yatak bakarken de bir takım araştırmalara girdim. Bebek yataklarında önemli olan çok yumuşak olmamasıymış. Bebekler yüzüstü yatarlarken içine gömülmemeleri lazım. Yani orta sertlikte ve ortalama bir yatak uygun gibi görünüyordu. Onun için de iki mağaza dolaşıp sonra gidip İşbir'den Baby Bed isimli yatağı alıverdik.
Yatağın kenarlarına konan yastıkımsı şeyleri annem Eminönü'den aldı, çarşaflarını falan da hep annem ayarladı ben oralara pek karışmadım. Yastık ve yorgan için ilk 1 yıl kullanmayın deniliyordu. Biz de yorgan yaptırmadık (sonra amcamdan hedye geldi) yastık alınan takımlar içinde vardı. Yastık almak lazımmış zira yemek yedirirken falan lazım oluyor. Ama tabi yastık olarak kullanılmıyor çocuk düz zeminde yatarmış.
Odanın eşyaları bittikten sonra da tüm kıyafetler yıkandı ütülendi ve itinayla dolaba yerleştirildi. Minik minik kıyafetler iki adam için bile olsa dolabı doldurmadı tabii. Halbuki annem birkaç valiz kıyafet getirmişti :) Kıyafetleri yıkarken bir kurutma makinamız yoktu ama annem aşırı ısrar ediyordu bunun gerekliliği konusunda. Meğer haklıymış.. İlk sefer asıp kuruttuk da o minicik eldivenlerin çorapların her biri bir yandan çıktı. Assan asılmaz şeylermiş ayol!. Neyse doğum olmadan kurutma makinasını aldık da rahatladık. Anne sözü dinlemek lazım!
Önemli mevzulardan birisi de alt değiştirme ünitesi gibiydi. "Olmazsa olmaz" gibi anlatılan bu alan için şifonyerin üstünü düşünmüştük. Oraya açılıp kapanan bir mekanizma hayal ettik ama hayallerimiz gerçekleşemedi. Bağlantıyı kuracak parça bulunamadığı için ben mevcut alanı bir süngerle kullanmayı planladım. Fakat onu da sonrasında pek kullanmadık aslında. Belki ilk 1 ay kullandıysak kullandık, sonra zaten hep koltuğun üstünde alt değiştirdik. "Olmasa da olur"muş meğer.
Nerdeyse tüm evlerde bulunan telsiz için de bir hamle yaptık. Kameralı sistem kullanan arkadaşlarımızın tavsiyesiyle biz de kameralı sisteme yöneldik. "Size ne alalım?"diyen arkadaşlarıma kamera alıverin bari o eksiğimiz dedik, onlar da saolsunlar aldılar hediye olaraktan. Fakat biz kullandık mı ? Hayır onu da kullanmadık :) Neden ? Onu bilmiyorum. Çocuklar odada gık deseler duyulduyor zaten, heralde o sebepten henüz gerek olmadı ama ilerde belki kullanırız.
Bir de son olarak evde bebekleri içine koymak ve sallamak için ana kucağı ya da hoppala denen aletten almak gerekliliğinden bahsedilmişti. Bunların da çeşit çeşidi mevcut. Bir arkadaşım BabyBjörn'den bahsetmiş videolarını izletmişti. Bebek hareket etmeye başladıktan sonra kendi kendini sallayabildiği bir ana kucağı modeli. Ondan da 2 tane alıverdik. Bu hakkaten gerekliymiş mesela çünkü bebeler uyanıkken sürekli bunun içindeydiler. Hatta gündüz uykularını bile bu ana kucaklarında uyudular :)
Odur budur derkeen doğum öncesi beyler için de son hazırlıkları yaptık ve geri sayıma başladık..
Evin "bebek odası olma potansiyeli" olan odasına fazlalıklarımızı ya da "zamanla yerleştiririz" dediğimiz eşyaları ve kolileri doldurduk. Beklenmedik anda gelen beyler de bizi zamanından önce bu odayı kullanıma açmaya zorladı. Halbuki o odayı bir süreliğine fotoğraf odası olarak kullanmak vardı kocamın aklında :)
İkiz odalarını çok araştırdım, bir numarası yok. Sadece normal odaya 1 yatak daha ekliyorsun al sana ikiz odası :) Oda da çok büyük olmadığından zaten yerleşim için de pek fazla alternatifimiz yoktu. Biz iki üşengeç gidip de bebek odası bakmaya çalışsak bunu başarmamız aylar alacağı için beyimin kuzeninden yardım istedik. Bir mimarlık ofisinde çalışan Ezgi odanın ölçülerine göre bize çizim çalıştı ve kendi işlerini yaptırdığı mobilyacıda da mobilyaları ürettirdi. Neticede biz oturduğumuz yerden çizimlere yorum yaparak odayı yaptırmış olduk :)
İki yatağın dikey olarak arka arkaya koyduk, yanında bir gardrop bir de şifonyer yaptırdık. Sonra da kalan alana uygun bir koltuğu gidip Modoko'dan aldık. Odanın renklerinde bebekler erkek diye mavi kullanmak istemedik, biraz doğa konsepti olsun, huzurlu bir renk olsun diye yeşil tercih ettik. Yatakların arkasındaki duvara da büyük bir wallsticker aldık ve kendimiz yapıştırdık. ( O da ne zor işmiş arkadaş! Bit bit parçaları yapıştır yapıştır bitmedi!)
Kendi yatak odamıza beşik almak istemedik, başından itibaren çocukları kendi odalarında yatırmak hedefindeydik. Hedeflediğimiz gibi de oldu. Bir de tabii her eşyadan iki adet almak gerektiği için bir süre sonra evde yer kalmayacaktı. O nedenle mümkün olduğunca az ve öz eşya almak gerekliydi. Beşik gibi birşeye çok ihtiyaç duyarsak bebek arabasını evde kullanırız diye düşündük. (Daha doğrusu bu aklı da bir arkadaşım verdi :) iyi ki de vermiş, teşekkürler Murat! )
Özellikle mobilyalar sipariş usulü yaptırılıyorsa, o boya kokusunun çıkması için mümkün olduğunca erken almak gerekiyor. Sanırım bizimkiler doğumdan 1,5 ay önce gelmişti, kokuları da hakikaten ancak çıktı. Ama belki hazır alsak bu kadar uzun sürmeyebilirdi. Bir de tabii malzemesiyle de ilgili olabilir. Mdf değil ahşap kullanıldığı için de kokunun geçmesi uzun sürmüş olabilir.
Karyolaların içine yatak bakarken de bir takım araştırmalara girdim. Bebek yataklarında önemli olan çok yumuşak olmamasıymış. Bebekler yüzüstü yatarlarken içine gömülmemeleri lazım. Yani orta sertlikte ve ortalama bir yatak uygun gibi görünüyordu. Onun için de iki mağaza dolaşıp sonra gidip İşbir'den Baby Bed isimli yatağı alıverdik.
Yatağın kenarlarına konan yastıkımsı şeyleri annem Eminönü'den aldı, çarşaflarını falan da hep annem ayarladı ben oralara pek karışmadım. Yastık ve yorgan için ilk 1 yıl kullanmayın deniliyordu. Biz de yorgan yaptırmadık (sonra amcamdan hedye geldi) yastık alınan takımlar içinde vardı. Yastık almak lazımmış zira yemek yedirirken falan lazım oluyor. Ama tabi yastık olarak kullanılmıyor çocuk düz zeminde yatarmış.
Odanın eşyaları bittikten sonra da tüm kıyafetler yıkandı ütülendi ve itinayla dolaba yerleştirildi. Minik minik kıyafetler iki adam için bile olsa dolabı doldurmadı tabii. Halbuki annem birkaç valiz kıyafet getirmişti :) Kıyafetleri yıkarken bir kurutma makinamız yoktu ama annem aşırı ısrar ediyordu bunun gerekliliği konusunda. Meğer haklıymış.. İlk sefer asıp kuruttuk da o minicik eldivenlerin çorapların her biri bir yandan çıktı. Assan asılmaz şeylermiş ayol!. Neyse doğum olmadan kurutma makinasını aldık da rahatladık. Anne sözü dinlemek lazım!
Önemli mevzulardan birisi de alt değiştirme ünitesi gibiydi. "Olmazsa olmaz" gibi anlatılan bu alan için şifonyerin üstünü düşünmüştük. Oraya açılıp kapanan bir mekanizma hayal ettik ama hayallerimiz gerçekleşemedi. Bağlantıyı kuracak parça bulunamadığı için ben mevcut alanı bir süngerle kullanmayı planladım. Fakat onu da sonrasında pek kullanmadık aslında. Belki ilk 1 ay kullandıysak kullandık, sonra zaten hep koltuğun üstünde alt değiştirdik. "Olmasa da olur"muş meğer.
Nerdeyse tüm evlerde bulunan telsiz için de bir hamle yaptık. Kameralı sistem kullanan arkadaşlarımızın tavsiyesiyle biz de kameralı sisteme yöneldik. "Size ne alalım?"diyen arkadaşlarıma kamera alıverin bari o eksiğimiz dedik, onlar da saolsunlar aldılar hediye olaraktan. Fakat biz kullandık mı ? Hayır onu da kullanmadık :) Neden ? Onu bilmiyorum. Çocuklar odada gık deseler duyulduyor zaten, heralde o sebepten henüz gerek olmadı ama ilerde belki kullanırız.
Bir de son olarak evde bebekleri içine koymak ve sallamak için ana kucağı ya da hoppala denen aletten almak gerekliliğinden bahsedilmişti. Bunların da çeşit çeşidi mevcut. Bir arkadaşım BabyBjörn'den bahsetmiş videolarını izletmişti. Bebek hareket etmeye başladıktan sonra kendi kendini sallayabildiği bir ana kucağı modeli. Ondan da 2 tane alıverdik. Bu hakkaten gerekliymiş mesela çünkü bebeler uyanıkken sürekli bunun içindeydiler. Hatta gündüz uykularını bile bu ana kucaklarında uyudular :)
Odur budur derkeen doğum öncesi beyler için de son hazırlıkları yaptık ve geri sayıma başladık..
24 Ocak 2016 Pazar
Hastane Çantası
Doğum iznine ayrıldığımda ilk yaptığım şey hastane çantasını hazır etmek oldu. Zira acil bir durum olur da hemen gitmek gerekir diye el altında bulundurulması gerekiyormuş. İlk defa doğum yapan birisi olarak da çanta içeriği ile ilgili çevremde yakın zamanda doğum yapmışlardan, kitaplar ve internetten yardım aldım. Ama en çok faydalandığım, birkaç elden geçerek bana gelmiş bir excel dosyası oldu. Hatta benden sonra da sıradaki iki kişiye daha o listeyi gönderdim.
Bir de tabii çocukların odalarında birtakım eksikler vardı, onları da bu sırada tamamladık. Alışverişimizin büyük bölümünü Ebebek Çamlıca mağazasından tek seferde yaptık. Herşeyi tek yerde bulabileceğiniz bebek mağazaları dolu! Ben kendim bizzat hastane çantama şunları koydum ;
* 1 gecelik takımı, 1 pijama takımı : Pijamamı annem almıştı, geceliğimi de Aslı arkadaşım hediye etmişti. Sezeryan olacağım için pijama giyebilir miyim acaba diye düşünmüştüm ama gayet giyebilirmişim. Zaten bu takımlar doğum için olduğundan altların beli yüksek ve sezeryan kesiği de oldukça aşağıda. Dolayısıyla alt-üst pijama da giyilebiliyor.
* Terlik, çorap ve emzirme sütyeni : Oysho'dan aldım. Mağazalarında gezince bulamıyorsunuz, görevli arkadaşlar sormanız lazım. Neden askılarda yok onu da hiç anlamadım ama aldıklarımdan gayet memnun kaldım. Gecelikleri de vardı hatta ama ben çoktan onları tamamlamış bulunmuştum o ara.
* Göğüs pedi, göğüs kalkanı, silikon meme başı : Pedi kullandım ama kalkanı hastane çantasına koymasam da olurmuş. İlerde çok lazım oldu ama iki günlük bebeğin göğsümü yara yapma ihtimali zaten yokmuş :) Silikon meme başını da kullanmadım, emme güçlüğü olmadı.
* Hastane kapı süsü : Bu işin bir sektör olduğunu hiç bilmiyordum! İnternetten araştırdım değişik, keçeden yapılan şirin şeyler buldum ama 1 ay sonra teslim edebileceklerini söylediler. Hastane odası için da başka herhangi bir süs almadığımdan bari kapı şeysi olsun dedim. Sonra Kadıköy'deki HanımınEli diye bir yere sipariş verdim, yeri Şifa Hastanesi'nin tam karşısında. Onların da ellerinde acaip siparişleri vardı, rica minnet 20 günde anca verebildiler. Demem o ki kapı süsü işini son dakikaya bırakmayın! Sektör çok yoğun çalışıyo.
* Bebekler için hastane çıkışı takımları : Her yede "hastane çıkışı" diye satılıyo zaten. Bebek başına 2 adet koyduk ama gerek yokmuş. Çıkana kadar hastane kendi tulumlarını giydirdi zaten. 1 takım yetermiş.
* Lansinoh göğüs ucu kremi : Güzel ve evde kullanılan bişi ama hastanede kullanmadım. Bir de hastanede de verdiler zaten. Hediye paket gibi bişi verdiler, onun içinde vardı.
* Bebek başına 1 biberon 1 emzik ve bebek bezi : Hastane çantasına koymaya gerek yokmuş çünkü eve gelince kullanıyoruz. Boşuna taşımışım. Bebek bezini de kullanmadım, çıkana kadar zaten hemşireler değiştiriyor bebeklerin altını.
* Hastaneden çıkarken giyilecek kıyafet : Hastaneye giderken koca bir göbekle çıkarken göbeksiz olacağımdan lazım olur mu diye düşünmüştüm ama yine o bol elbiselerimden birisini aldım. Zaten yataktan kalkıp, arabaya binip eve geldik. Pijamamla bile çıkabilirmişim.
* Makyaj çantası, diş fırçası ve macunu, jöle : Doğum fotoğrafçısı kullanmadım ama yine de doğum çıkışında hafif bir makyaj yaptım gelen giden olduğu için. Bir de aslında kendimi iyi hissetmek için. Jöle de çok gereksizmiş. Zaten 2 gün kalıp çıktık ve yıkanmadım bile.
* Banyo malzemesi (şampuan, duş jeli vs.) : Heralde hastaneye yerleşeceğimi düşünmüştüm. Çok lüzumsuz, zaten ameliyatlısın, banyo mu yapıcan bi de ?
Yani aslında ikiz doğurmak için hastaneye giderken fazladan alınacak 2 şey olabilir ; Bebekler için hastane çıkışı takımı ve araba koltuğu. Onun dışında zaten anne 1 tane olduğu için çanta aynı çanta.
Benimle ülkeler gezen kırmızı valizim bu sefer de hastane yolculuğunda bana eşlik etti. 20 gün önceden hazır ettim ama neyse ki acil bir durum olmadı ve hastaneye planlı gittik.
Alışverişi tek seferde ve son ayda yaptığım için çok memnunum. Abartmaya gerek yokmuş. Yaptım listemi, gittim aldım geldim.
Bir de tabii çocukların odalarında birtakım eksikler vardı, onları da bu sırada tamamladık. Alışverişimizin büyük bölümünü Ebebek Çamlıca mağazasından tek seferde yaptık. Herşeyi tek yerde bulabileceğiniz bebek mağazaları dolu! Ben kendim bizzat hastane çantama şunları koydum ;
* 1 gecelik takımı, 1 pijama takımı : Pijamamı annem almıştı, geceliğimi de Aslı arkadaşım hediye etmişti. Sezeryan olacağım için pijama giyebilir miyim acaba diye düşünmüştüm ama gayet giyebilirmişim. Zaten bu takımlar doğum için olduğundan altların beli yüksek ve sezeryan kesiği de oldukça aşağıda. Dolayısıyla alt-üst pijama da giyilebiliyor.
* Terlik, çorap ve emzirme sütyeni : Oysho'dan aldım. Mağazalarında gezince bulamıyorsunuz, görevli arkadaşlar sormanız lazım. Neden askılarda yok onu da hiç anlamadım ama aldıklarımdan gayet memnun kaldım. Gecelikleri de vardı hatta ama ben çoktan onları tamamlamış bulunmuştum o ara.
* Göğüs pedi, göğüs kalkanı, silikon meme başı : Pedi kullandım ama kalkanı hastane çantasına koymasam da olurmuş. İlerde çok lazım oldu ama iki günlük bebeğin göğsümü yara yapma ihtimali zaten yokmuş :) Silikon meme başını da kullanmadım, emme güçlüğü olmadı.
* Hastane kapı süsü : Bu işin bir sektör olduğunu hiç bilmiyordum! İnternetten araştırdım değişik, keçeden yapılan şirin şeyler buldum ama 1 ay sonra teslim edebileceklerini söylediler. Hastane odası için da başka herhangi bir süs almadığımdan bari kapı şeysi olsun dedim. Sonra Kadıköy'deki HanımınEli diye bir yere sipariş verdim, yeri Şifa Hastanesi'nin tam karşısında. Onların da ellerinde acaip siparişleri vardı, rica minnet 20 günde anca verebildiler. Demem o ki kapı süsü işini son dakikaya bırakmayın! Sektör çok yoğun çalışıyo.
* Bebekler için hastane çıkışı takımları : Her yede "hastane çıkışı" diye satılıyo zaten. Bebek başına 2 adet koyduk ama gerek yokmuş. Çıkana kadar hastane kendi tulumlarını giydirdi zaten. 1 takım yetermiş.
* Lansinoh göğüs ucu kremi : Güzel ve evde kullanılan bişi ama hastanede kullanmadım. Bir de hastanede de verdiler zaten. Hediye paket gibi bişi verdiler, onun içinde vardı.
* Bebek başına 1 biberon 1 emzik ve bebek bezi : Hastane çantasına koymaya gerek yokmuş çünkü eve gelince kullanıyoruz. Boşuna taşımışım. Bebek bezini de kullanmadım, çıkana kadar zaten hemşireler değiştiriyor bebeklerin altını.
* Hastaneden çıkarken giyilecek kıyafet : Hastaneye giderken koca bir göbekle çıkarken göbeksiz olacağımdan lazım olur mu diye düşünmüştüm ama yine o bol elbiselerimden birisini aldım. Zaten yataktan kalkıp, arabaya binip eve geldik. Pijamamla bile çıkabilirmişim.
* Makyaj çantası, diş fırçası ve macunu, jöle : Doğum fotoğrafçısı kullanmadım ama yine de doğum çıkışında hafif bir makyaj yaptım gelen giden olduğu için. Bir de aslında kendimi iyi hissetmek için. Jöle de çok gereksizmiş. Zaten 2 gün kalıp çıktık ve yıkanmadım bile.
* Banyo malzemesi (şampuan, duş jeli vs.) : Heralde hastaneye yerleşeceğimi düşünmüştüm. Çok lüzumsuz, zaten ameliyatlısın, banyo mu yapıcan bi de ?
Yani aslında ikiz doğurmak için hastaneye giderken fazladan alınacak 2 şey olabilir ; Bebekler için hastane çıkışı takımı ve araba koltuğu. Onun dışında zaten anne 1 tane olduğu için çanta aynı çanta.
Benimle ülkeler gezen kırmızı valizim bu sefer de hastane yolculuğunda bana eşlik etti. 20 gün önceden hazır ettim ama neyse ki acil bir durum olmadı ve hastaneye planlı gittik.
Alışverişi tek seferde ve son ayda yaptığım için çok memnunum. Abartmaya gerek yokmuş. Yaptım listemi, gittim aldım geldim.
23 Ocak 2016 Cumartesi
İsimlerini Ne Koysak ?
İnsanlar sevgililik ilişkilerinin herhangi bir yerinde "çocuğumuz olursa adını ne koyarız?" muhabbetini yapar. Bunun için evli olmanız, hatta çocuk yapmayı düşünmeniz bile gerekmez bazen. Genel geçer bir muhabbettir yani.
Bizim için de oğlumuz olursa adını Barış Ali, kızımız olursa Nefes koyalım ile karara bağlanan bir muhabbet vardı vakti zamanında. Doğmamış çocuğa don biçmek tam da böyle birşey! Amaaaa işte iki tane oğlumuz olursa isimlerini ne koyarız diye hiç düşünmemiştik :)
Barış Ali Tarsus ismi kulağa tamlama ahenginde geldiği için çok sevmiştik. Fakat diğerinin adını ne koymalı ? Başlarda tamamen başka isimler üzerine de düşündük. Kafiyeli mi olsa yoksa tamamen bağımsız mı olsa diye geçirdik aklımızdan. İlk kaararımız birbirini tamamlayan Can-Cem, Efe-Ege gibi isimlerle ilerlememek oldu. (Ki ben özellikle Efe-Ege isimlerini çok severim.). Dedik ki Barış Ali kalsın, ona uygun bir ikinci isim bulalım. Neticede ikinci velet için de Deniz Ali isminde karar kıldık. Yani ne isimler kafiyeli oldu, ne de iki bağımsız isim oldu. Hem iki bağımsız, hem de bağımlı..
Bu aralar pek yaygın olan "İngilizce'de telafuzu zor olmasın" durumuna ise hiç takılmadık. Yurtdışında birisi adına Sea desin birisi Peace desin. Ya da demesin, normal adını kullansın arkadaş bana ne onu da mı ben düşünücem ? :)
Pekiiii hangisi Barış Ali, hangisi Deniz Ali olacak ? Kendimizce kiloda önde olana BarışAli dedik. İçimdeki yerleşimde BarışAli solda, DenizAli sağdaydı. BarışAli biraz daha geniş yer kaplıyordu ve yerleşim şekli itibariyle hareketlerini daha net algılıyordum. DenizAli ise biraz daha dar bir alandaydı. Aralarındaki kilo farkı çok fazla olmamakla birlikte hiç eşitlenmediler. Dolayısıyla bizim için isimlerde doğum sırası değil, kilo ana unsurdu ve bu şekilde takip edebiliyorduk.
Karnımdaki yerleşimlerinden dolayı ağırlıklı olarak BarışAli'nin hareketlerini hissettiğimiz için bize hep BarışAli baskın karakter, DenizAli ise içerde biraz sıkışık olan ve biraz daha sakin bir karaktermiş gibi gelirdi. Ama gece sağ tarafıma yattığımda da DenizAli'den okkalı bir tekme yerdim. ( Bu konuya doğum sonrasında tekrar değinicem, fena halde ters köşe olduk!)
İki adet beyfendi için isimlerimiz de hazırdı artık ; BarışAli ve DenizAli
Bizim için de oğlumuz olursa adını Barış Ali, kızımız olursa Nefes koyalım ile karara bağlanan bir muhabbet vardı vakti zamanında. Doğmamış çocuğa don biçmek tam da böyle birşey! Amaaaa işte iki tane oğlumuz olursa isimlerini ne koyarız diye hiç düşünmemiştik :)
Barış Ali Tarsus ismi kulağa tamlama ahenginde geldiği için çok sevmiştik. Fakat diğerinin adını ne koymalı ? Başlarda tamamen başka isimler üzerine de düşündük. Kafiyeli mi olsa yoksa tamamen bağımsız mı olsa diye geçirdik aklımızdan. İlk kaararımız birbirini tamamlayan Can-Cem, Efe-Ege gibi isimlerle ilerlememek oldu. (Ki ben özellikle Efe-Ege isimlerini çok severim.). Dedik ki Barış Ali kalsın, ona uygun bir ikinci isim bulalım. Neticede ikinci velet için de Deniz Ali isminde karar kıldık. Yani ne isimler kafiyeli oldu, ne de iki bağımsız isim oldu. Hem iki bağımsız, hem de bağımlı..
Bu aralar pek yaygın olan "İngilizce'de telafuzu zor olmasın" durumuna ise hiç takılmadık. Yurtdışında birisi adına Sea desin birisi Peace desin. Ya da demesin, normal adını kullansın arkadaş bana ne onu da mı ben düşünücem ? :)
Pekiiii hangisi Barış Ali, hangisi Deniz Ali olacak ? Kendimizce kiloda önde olana BarışAli dedik. İçimdeki yerleşimde BarışAli solda, DenizAli sağdaydı. BarışAli biraz daha geniş yer kaplıyordu ve yerleşim şekli itibariyle hareketlerini daha net algılıyordum. DenizAli ise biraz daha dar bir alandaydı. Aralarındaki kilo farkı çok fazla olmamakla birlikte hiç eşitlenmediler. Dolayısıyla bizim için isimlerde doğum sırası değil, kilo ana unsurdu ve bu şekilde takip edebiliyorduk.
Karnımdaki yerleşimlerinden dolayı ağırlıklı olarak BarışAli'nin hareketlerini hissettiğimiz için bize hep BarışAli baskın karakter, DenizAli ise içerde biraz sıkışık olan ve biraz daha sakin bir karaktermiş gibi gelirdi. Ama gece sağ tarafıma yattığımda da DenizAli'den okkalı bir tekme yerdim. ( Bu konuya doğum sonrasında tekrar değinicem, fena halde ters köşe olduk!)
İki adet beyfendi için isimlerimiz de hazırdı artık ; BarışAli ve DenizAli
Ani Gelişen Stres Anıyla Başa Çıkmak - 10 Ekim Ankara Saldırısı
Doğuma yaklaşırken bütün ahalinin tek derdi beni stresten uzak tutmak! Aman gerilme, ama iyi beslen, aman yorulma, aman uykusuz kalma. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik derken son dakikada patlamayalım diye Ekim ayı itibariyle herkes dikkat kesildi. Telefonlar sürekli açık tutulmaya ve acil durum planları yapılmaya başlandı.
İşte tam böyle bir zamanda, 10 Ekim sabahı tam da evden çıkmadan önce hazırlanırken twitter üzerinden haberlere göz gezdiriyordum. Ankara'daki patlamanın haberini okudum, içimden bir sıcaklık aktı. Barış mitingindeki patlamada çok sayıda ölü ve yaralı vardı ve aslında karnım burnumda olmasa benim bile orada olabileceğim bir toplanmaydı. Aklıma babam geldi ve en son ne zaman konuştuk acaba diye geçirdim içimden bir an, oraya gitmiş olabilir mi diye düşündüm. Sonraki saniyede telefon babama bağlanmak üzereydi.
Telefonu açana kadar geçen 5-10 saniyelik sürede kalp atışlarım hızlandı. Neyse ki telefon açıldı ve babamın sesini duydum. "Babacım nerdesin?" sorusunun cevabı "İbni Sina Hastanesinde acildeyim kızım iyiyim, belden aşağısında ufak bir problem var birazdan müdahale edilecek merak etme. Sarjım az ben seni ararım." oldu. İçerden konuşmayı duyan ve olayı bildiği halde organize şekilde öğrenmemem için televizyonu bile açmayan kocam ve annem tuvaletin kapısına koştular. Sakinleşmemiz, olayı idrak etmemiz biraz zaman aldı tabii. Neyse ki babam hayattaydı ama bacağındaki hasarla ilgili farklı kişilerden farklı bilgiler geliyordu. Normalde hemen atlayıp Ankara'ya gitmem gerekirken, burnuma varmış olan karnım ve içindeki iki canlı kişilik beni İstanbul'a hapsetti!
Babam 10 günde geçirdiği iki operasyonun sonunda, sol bacağında diz ile bilek arasındaki parçalı kırıklar eksternal fiksatör yöntemiyle sabitlendi. Sonrasında ambulans ile İstanbul'a evine getirildi ve sonunda görmeye gidebildik! 10 gün boyunca stresten doğurmamak için kendimle mücadele ettim. Gerginlik çocuklara yansır mı, acaba hissederler mi, babamı da göremedim ama acaba gerçekten iyi mi gibisinden sorular kafamda uçuşurken bana kalan evde oturmak ve sakinleşmeye çalışmak oldu. Ankara ile canlı telefon bağlantıları yoluyla iletişime devam ettik, neyse ki sorunsuz şekilde hastaneden çıkış yaptı ve evine geldi babam.
Patlama sebebiyle kulaklarının birinde geçici, diğerinde tedavi gerektiren işitme kaybı yaşadı babacım. Dolayısıyla telefonda konuşmak da çok kolay olmuyordu. İstanbul'a geldiği gibi soluğu yanında aldık tabii. Patlama sırasında yanında olan 14 arkadaşını kaybedip, belki de onlar sayesinde sadece bacağından yaralanarak hayatta kalabilen babamın tedavisi halen sürüyor. 3 aydır evinden çıkamıyor, fiksatörlerin çıkarılması için kemiklerin kaynaması bekleniyor. Öncesinde sürekli hareket halinde olan bir adamın da aylarca eve kapanması, bacağında demirlerle yaşaması adeta hücre hapsi gibi! Yine de hala aynı avuntuya sığınıyoruz ; neyse ki hayatta!
Birleşik Taşımacılık Sendikası'nın kurucu üyelerinden olan babam, o gün de daha önceki çok kereler gibi Barış için sesini duyurmaya gitmişti. Tam da garın önünde sendikadan arkadaşlarıyla sohbet ederken ilk patlama yanıbaşlarında olmuş. Bacaklarından aldığı darbe ile yere düşmüş ve adeta bir can pazarının ortasında kalakalmış. Üstelik yanıbaşındaki kan revan içindeki, hatta parçalanmış vücutlar da yıllardır ortak mücadele içindeki arkadaşları.. Sonrasındaki kaosu zaten hepimiz televizyonlardan izledik. Polisin yaralıların ortasına attığı gaz bombası, pankartların üzerinde ambulanslara taşınan yaralılar... İlk müdahaleyi yapan sağlık emekçileri ise ordan oraya koşturup herkese o ilk yardımı ulaştırma çabasındaymış. Ameliyata alınana kadar ara ara uyku ve baygınlık hali arasında gidip gelen babamı "aman sakın uyumayın, direnin" uyarıları ayakta tutmuş. Çünkü kendisi tam bir direnişçidir!
İşte tam böyle bir zamanda, 10 Ekim sabahı tam da evden çıkmadan önce hazırlanırken twitter üzerinden haberlere göz gezdiriyordum. Ankara'daki patlamanın haberini okudum, içimden bir sıcaklık aktı. Barış mitingindeki patlamada çok sayıda ölü ve yaralı vardı ve aslında karnım burnumda olmasa benim bile orada olabileceğim bir toplanmaydı. Aklıma babam geldi ve en son ne zaman konuştuk acaba diye geçirdim içimden bir an, oraya gitmiş olabilir mi diye düşündüm. Sonraki saniyede telefon babama bağlanmak üzereydi.
Telefonu açana kadar geçen 5-10 saniyelik sürede kalp atışlarım hızlandı. Neyse ki telefon açıldı ve babamın sesini duydum. "Babacım nerdesin?" sorusunun cevabı "İbni Sina Hastanesinde acildeyim kızım iyiyim, belden aşağısında ufak bir problem var birazdan müdahale edilecek merak etme. Sarjım az ben seni ararım." oldu. İçerden konuşmayı duyan ve olayı bildiği halde organize şekilde öğrenmemem için televizyonu bile açmayan kocam ve annem tuvaletin kapısına koştular. Sakinleşmemiz, olayı idrak etmemiz biraz zaman aldı tabii. Neyse ki babam hayattaydı ama bacağındaki hasarla ilgili farklı kişilerden farklı bilgiler geliyordu. Normalde hemen atlayıp Ankara'ya gitmem gerekirken, burnuma varmış olan karnım ve içindeki iki canlı kişilik beni İstanbul'a hapsetti!
Babam 10 günde geçirdiği iki operasyonun sonunda, sol bacağında diz ile bilek arasındaki parçalı kırıklar eksternal fiksatör yöntemiyle sabitlendi. Sonrasında ambulans ile İstanbul'a evine getirildi ve sonunda görmeye gidebildik! 10 gün boyunca stresten doğurmamak için kendimle mücadele ettim. Gerginlik çocuklara yansır mı, acaba hissederler mi, babamı da göremedim ama acaba gerçekten iyi mi gibisinden sorular kafamda uçuşurken bana kalan evde oturmak ve sakinleşmeye çalışmak oldu. Ankara ile canlı telefon bağlantıları yoluyla iletişime devam ettik, neyse ki sorunsuz şekilde hastaneden çıkış yaptı ve evine geldi babam.
Patlama sebebiyle kulaklarının birinde geçici, diğerinde tedavi gerektiren işitme kaybı yaşadı babacım. Dolayısıyla telefonda konuşmak da çok kolay olmuyordu. İstanbul'a geldiği gibi soluğu yanında aldık tabii. Patlama sırasında yanında olan 14 arkadaşını kaybedip, belki de onlar sayesinde sadece bacağından yaralanarak hayatta kalabilen babamın tedavisi halen sürüyor. 3 aydır evinden çıkamıyor, fiksatörlerin çıkarılması için kemiklerin kaynaması bekleniyor. Öncesinde sürekli hareket halinde olan bir adamın da aylarca eve kapanması, bacağında demirlerle yaşaması adeta hücre hapsi gibi! Yine de hala aynı avuntuya sığınıyoruz ; neyse ki hayatta!
Birleşik Taşımacılık Sendikası'nın kurucu üyelerinden olan babam, o gün de daha önceki çok kereler gibi Barış için sesini duyurmaya gitmişti. Tam da garın önünde sendikadan arkadaşlarıyla sohbet ederken ilk patlama yanıbaşlarında olmuş. Bacaklarından aldığı darbe ile yere düşmüş ve adeta bir can pazarının ortasında kalakalmış. Üstelik yanıbaşındaki kan revan içindeki, hatta parçalanmış vücutlar da yıllardır ortak mücadele içindeki arkadaşları.. Sonrasındaki kaosu zaten hepimiz televizyonlardan izledik. Polisin yaralıların ortasına attığı gaz bombası, pankartların üzerinde ambulanslara taşınan yaralılar... İlk müdahaleyi yapan sağlık emekçileri ise ordan oraya koşturup herkese o ilk yardımı ulaştırma çabasındaymış. Ameliyata alınana kadar ara ara uyku ve baygınlık hali arasında gidip gelen babamı "aman sakın uyumayın, direnin" uyarıları ayakta tutmuş. Çünkü kendisi tam bir direnişçidir!
14 Ocak 2016 Perşembe
Doğum İzni ve Son Kaçamaklar
Veee doğum izni...
İnsan hayatının değişmeye başladığı günler. Son yıllarımı sabah kalk, işe git, akşam eve gel ya da gelme dışarı çık, haftasonu aktivite peşinde koş şeklinde geçirdim. Eskiden haftasonu sabahları erken kalkmazdım öğlenlere kadaaar uyurdum fakat bu durum kocamla birlikte değişti. Kendisi haftasonu da zebellah gibi erkenden kalktığı için ben de onun düzenine alıştım. Gerçi şikayetçi de değilim böyle olunca haftasonu daha uzun geliyo insana :)
İzin dönemi için doğuma hazırlık için yapılacak birtakım işler sıraya konmuştu zaten. Benim için hem psikolojik hem de fiziksel koşulları hazırlayacak yeterli vakit vardı. Hatta benim beklediğimden 1 hafta falan fazladan vaktim bile oldu.
Benim için en önemlisi ise insanlarla vakit geçirmekti. Bir daha ne zaman vaktim olacağını bilemediğimden, kafası kesilmiş tavuk gibi ordan oraya gezdim durdum :) Herkesleri ziyaret ettim, bi çay kahve içtim. Hatta son haftaya kadar oyun izlemeye bile devam ettim. En son Tatbikat Sahnesi'nde "Bir Deli'nin Hatıra Defteri"ni izlediğimizde, çıkışta ambulansla doğuma gidecekmişim gibi görünüyordum. İnsanların bakışları şahane! Kimisi "aayy ne tatlı bak bu halde oyuna gelmiş" bakıuşıyla durumu şirinlik olarak algılarken, kimisi de "yuh artık bu göbekle evinde otur kadın ya da git doğur" diye küçümser gözlerle bakıyordu. Oyunu tahmin ettiğimdem rahat izledim çünkü tesadüfen oturduğumuz yer tam kenardaydı ve ayaklarımı uzatacak yerim vardı! Fekat o köşedeki yerime geçerken insanları ittirmekle kalmayıp yerlerinden kaldırmak zorunda kaldım :)
Bebeler de böylece biraz kültür mantarı oldular daha içerdeyken oyun izleyerek. Son haftalarda izlediğimiz bir diğer oyun da İkinci Kat'taki "Kar Küresinde Bir Tavşan" idi. Neyse bebelere daha bu yaştan böyle güzel oyunculuklar izlettiğimiz için mutluyuz! Orda da aynı bakışlar üstümde, daha çok göbeğimde gezdi tabii ki de! Ama ben durumumdan çok memnumdum dostlar! :)
Tabii bu arada haftada 1 doktora gitmeye başladık. Zira bebeler oldukça büyüdüler ve ne zaman geleceklerini kestirmek zordu. Durumu kontrol altında tutmak lazımdı. Her gittiğimizde doktorun doğum için tarih vereceği ümidini taşıyordum ama çoğu zaman elim boş döndüm. "Bugün git haftaya gel" diye beni 3 defa gönderdikten sonra ancak 36. haftada tarih verdi..
Evdeki hazırlıklar ise annemin yardımıyla ilerleyip son buldu. O noktada en mühim işlerden birisi hastane çantası hazırlamaktı. Ne olur ne olmaz, doğum aniden gelir diye çantayı hazırda tutmak lazımmış. Sanırım izine ayrılınca ilk yaptığımız şeylerden birisi hastane çantası için alışveriş yapmak oldu. Aman tanrım! Ne alışlar, ne verişler! Emektar kırmızı valizim bu sefer de bana hastanede eşlik etmek üzere yine yanımda olacaktı! Hastane çantası hazırlığımı bundan sonraki yazıda detaylı yazayım, bu konu bu yazıya yakışmaz şimdi :)
Hamile kaldığımdan beri haftada bir mutlaka bize gelip, evde yoğurt ve yemek yapıp giden annem tabii ki doğum yaklaşında geliş sayılarını arttırdı. Haftaiçi 1-2 gün artık beni yalnız bırakmayıp hem hazırlıklara yardım eder hem de yemek yapar oldu saolsun. Vallahi o olmasa işim çok zordu!
Doğum öncesi günlerin hakkını vermeye çalışırken olabildiğince güne erken başlamaya çalıştım. Güzelce kahvaltımı yaptım, gazetemi okudum, öğlen uykularına yattım, yemekler yaptım, akşamları yürüyüşler yaptık. Yalnız kaldığım zamanlarda okumaya, düşünmeye ve düşünmemeye çalıştım!
Spor işlerine ise hiç girmedim. Pek iyi yapmadım galiba ama bir zararını da görmedim. Normal doğum yapma ihtimalim çok düşük olduğu için yoga, pilates benzeri işlere hiç girmedim. Zaten üşengeç olduğumdan bir de o koca göbeği kaldırıp da uğraşamadım :) Bol bol dışarlarda sürttüğüm için zaten yürüyüş yapıyordum, akşamları ve haftasonları da arada Moda'ya yürüşler yaptık. Ama tabii son haftalarda yürüyüş hızım azaldı, nefesim yetmemeye başladı, dinlenmeden 15 dakika yürüyemez oldum. En son Moda'ya yürüdüğümüzde normalde 20 dakika olan yolu 50 dakikada gittik. Yokuşlarda kocacım arkamdan itmek suretiyle bana yardımcı olmasa, oracıkta oturup geçerken beni alsın diye yardıma birilerini çağırabilirdim!
Sonraaaa Tiyatro Açıkça'nın sezon açılışına bile yetiştim, eski dostları gördüm hasret giderdim. Oyun izledik, çıkışta içmeye gittik. Ben de su içerek kendimden geçtim yine! Bebeklerle ortamlara aktık biraz muhabbete katıldık. Eski arkadaşları da görmüş olduk süper oldu kendimize geldik.
Kocacığımın doğum günü haftasında ona bir süpriz yapayım dedim, Gökçeada'da KiteSurf okulunda hoca ayarlayıp gerekli planları yaptım. Fakat mevsim olarak çok uygun olmasına rağmen öyle bir haftasonuna denk geldik kiii rüzgar yok! Ders olayı yalan oldu tabii.. Biz de adada gezdik, yedik, içtik, yattık, dinlendik.
Sonraaa bir haftasonu da biraz da fotoğraflarımızı çekmek için Bozcaada'ya gittik. Rüzgar gülü manzarasında göbeğimin birtakım fotoğraflarını çektik bize de hatıra olsun diye. Akşamları güzel güzel mezeler balıklar yedik ama bi şarap içelim bi rakı içelim diyemedik bea! O manzarada güneşi batırırken bi şişe şarabımızı değil bir şişe suyumuzu alıp keyif yaptık :)
Son haftalara yaklaşırken de son bayram tatili fırsatımızı Sapanca'da spa otelinde kullandık. Tabii ben yine birçok şeyden faydalanamadım! Buhar odası yasak, masaj yasak, içki yasak, o yasak, bu yasak. Bi dandik hamile masajı yaptırabildim, biraz el-ayak bakım falan derken yata yata bol bol dinlendim. Hava tam sonbahar havasıydı, hatta yağmur da yağdı, seridi, sakindi. Güzel oldu başbaşa biraz daha vakit geçirdik kocacımla.
Yani şimdi düşününce aslında doğum öncesi zamanları oldukça iyi değerlendirmişiz :) Aslında bu yaz için haftasonları motorla yakın yerler keşfetmek, ufak yurtdışı kaçamakları yapmak vardı ama onları biraz ertelemek durumunda kaldık. Birkaç sene kadar! Aslında yine hamileyken bi İtalya bile yaptık! Kuzenimin 30 yaş şenlikleri kapsamında Mayıs ayı ortasında İtalya'ya gittik çünkü çok da önceden planlamıştık bunu. O zamanlar henüz 3 aylık hamile olduğum için pek bir etkisi olmadı zaten, sadece sıcak bizi biraz yordu. Onun dışında yürüme performansımız henüz etkilenmemişti, dolayısıyla yine iyi gezdik!
Aslında bakarsanız bebekler oluştuklarından beri bayaaa gezdiler! İlk olarak habersiz Dubai, sonra yine habersiz Japonya, motorla Susurluk, kuzenin doğum gününde İtalya, kızlar çetesiyle Çeşme, annemle Alanya, karı-koca Gökçeada&Bozcaada&Sapanca derken yolda doğurmadan bu süreci de atlattık :)
İnsan hayatının değişmeye başladığı günler. Son yıllarımı sabah kalk, işe git, akşam eve gel ya da gelme dışarı çık, haftasonu aktivite peşinde koş şeklinde geçirdim. Eskiden haftasonu sabahları erken kalkmazdım öğlenlere kadaaar uyurdum fakat bu durum kocamla birlikte değişti. Kendisi haftasonu da zebellah gibi erkenden kalktığı için ben de onun düzenine alıştım. Gerçi şikayetçi de değilim böyle olunca haftasonu daha uzun geliyo insana :)
İzin dönemi için doğuma hazırlık için yapılacak birtakım işler sıraya konmuştu zaten. Benim için hem psikolojik hem de fiziksel koşulları hazırlayacak yeterli vakit vardı. Hatta benim beklediğimden 1 hafta falan fazladan vaktim bile oldu.
Benim için en önemlisi ise insanlarla vakit geçirmekti. Bir daha ne zaman vaktim olacağını bilemediğimden, kafası kesilmiş tavuk gibi ordan oraya gezdim durdum :) Herkesleri ziyaret ettim, bi çay kahve içtim. Hatta son haftaya kadar oyun izlemeye bile devam ettim. En son Tatbikat Sahnesi'nde "Bir Deli'nin Hatıra Defteri"ni izlediğimizde, çıkışta ambulansla doğuma gidecekmişim gibi görünüyordum. İnsanların bakışları şahane! Kimisi "aayy ne tatlı bak bu halde oyuna gelmiş" bakıuşıyla durumu şirinlik olarak algılarken, kimisi de "yuh artık bu göbekle evinde otur kadın ya da git doğur" diye küçümser gözlerle bakıyordu. Oyunu tahmin ettiğimdem rahat izledim çünkü tesadüfen oturduğumuz yer tam kenardaydı ve ayaklarımı uzatacak yerim vardı! Fekat o köşedeki yerime geçerken insanları ittirmekle kalmayıp yerlerinden kaldırmak zorunda kaldım :)
Bebeler de böylece biraz kültür mantarı oldular daha içerdeyken oyun izleyerek. Son haftalarda izlediğimiz bir diğer oyun da İkinci Kat'taki "Kar Küresinde Bir Tavşan" idi. Neyse bebelere daha bu yaştan böyle güzel oyunculuklar izlettiğimiz için mutluyuz! Orda da aynı bakışlar üstümde, daha çok göbeğimde gezdi tabii ki de! Ama ben durumumdan çok memnumdum dostlar! :)
Tabii bu arada haftada 1 doktora gitmeye başladık. Zira bebeler oldukça büyüdüler ve ne zaman geleceklerini kestirmek zordu. Durumu kontrol altında tutmak lazımdı. Her gittiğimizde doktorun doğum için tarih vereceği ümidini taşıyordum ama çoğu zaman elim boş döndüm. "Bugün git haftaya gel" diye beni 3 defa gönderdikten sonra ancak 36. haftada tarih verdi..
Evdeki hazırlıklar ise annemin yardımıyla ilerleyip son buldu. O noktada en mühim işlerden birisi hastane çantası hazırlamaktı. Ne olur ne olmaz, doğum aniden gelir diye çantayı hazırda tutmak lazımmış. Sanırım izine ayrılınca ilk yaptığımız şeylerden birisi hastane çantası için alışveriş yapmak oldu. Aman tanrım! Ne alışlar, ne verişler! Emektar kırmızı valizim bu sefer de bana hastanede eşlik etmek üzere yine yanımda olacaktı! Hastane çantası hazırlığımı bundan sonraki yazıda detaylı yazayım, bu konu bu yazıya yakışmaz şimdi :)
Hamile kaldığımdan beri haftada bir mutlaka bize gelip, evde yoğurt ve yemek yapıp giden annem tabii ki doğum yaklaşında geliş sayılarını arttırdı. Haftaiçi 1-2 gün artık beni yalnız bırakmayıp hem hazırlıklara yardım eder hem de yemek yapar oldu saolsun. Vallahi o olmasa işim çok zordu!
Doğum öncesi günlerin hakkını vermeye çalışırken olabildiğince güne erken başlamaya çalıştım. Güzelce kahvaltımı yaptım, gazetemi okudum, öğlen uykularına yattım, yemekler yaptım, akşamları yürüyüşler yaptık. Yalnız kaldığım zamanlarda okumaya, düşünmeye ve düşünmemeye çalıştım!
Spor işlerine ise hiç girmedim. Pek iyi yapmadım galiba ama bir zararını da görmedim. Normal doğum yapma ihtimalim çok düşük olduğu için yoga, pilates benzeri işlere hiç girmedim. Zaten üşengeç olduğumdan bir de o koca göbeği kaldırıp da uğraşamadım :) Bol bol dışarlarda sürttüğüm için zaten yürüyüş yapıyordum, akşamları ve haftasonları da arada Moda'ya yürüşler yaptık. Ama tabii son haftalarda yürüyüş hızım azaldı, nefesim yetmemeye başladı, dinlenmeden 15 dakika yürüyemez oldum. En son Moda'ya yürüdüğümüzde normalde 20 dakika olan yolu 50 dakikada gittik. Yokuşlarda kocacım arkamdan itmek suretiyle bana yardımcı olmasa, oracıkta oturup geçerken beni alsın diye yardıma birilerini çağırabilirdim!
Sonraaaa Tiyatro Açıkça'nın sezon açılışına bile yetiştim, eski dostları gördüm hasret giderdim. Oyun izledik, çıkışta içmeye gittik. Ben de su içerek kendimden geçtim yine! Bebeklerle ortamlara aktık biraz muhabbete katıldık. Eski arkadaşları da görmüş olduk süper oldu kendimize geldik.
Kocacığımın doğum günü haftasında ona bir süpriz yapayım dedim, Gökçeada'da KiteSurf okulunda hoca ayarlayıp gerekli planları yaptım. Fakat mevsim olarak çok uygun olmasına rağmen öyle bir haftasonuna denk geldik kiii rüzgar yok! Ders olayı yalan oldu tabii.. Biz de adada gezdik, yedik, içtik, yattık, dinlendik.
Sonraaa bir haftasonu da biraz da fotoğraflarımızı çekmek için Bozcaada'ya gittik. Rüzgar gülü manzarasında göbeğimin birtakım fotoğraflarını çektik bize de hatıra olsun diye. Akşamları güzel güzel mezeler balıklar yedik ama bi şarap içelim bi rakı içelim diyemedik bea! O manzarada güneşi batırırken bi şişe şarabımızı değil bir şişe suyumuzu alıp keyif yaptık :)
Son haftalara yaklaşırken de son bayram tatili fırsatımızı Sapanca'da spa otelinde kullandık. Tabii ben yine birçok şeyden faydalanamadım! Buhar odası yasak, masaj yasak, içki yasak, o yasak, bu yasak. Bi dandik hamile masajı yaptırabildim, biraz el-ayak bakım falan derken yata yata bol bol dinlendim. Hava tam sonbahar havasıydı, hatta yağmur da yağdı, seridi, sakindi. Güzel oldu başbaşa biraz daha vakit geçirdik kocacımla.
Yani şimdi düşününce aslında doğum öncesi zamanları oldukça iyi değerlendirmişiz :) Aslında bu yaz için haftasonları motorla yakın yerler keşfetmek, ufak yurtdışı kaçamakları yapmak vardı ama onları biraz ertelemek durumunda kaldık. Birkaç sene kadar! Aslında yine hamileyken bi İtalya bile yaptık! Kuzenimin 30 yaş şenlikleri kapsamında Mayıs ayı ortasında İtalya'ya gittik çünkü çok da önceden planlamıştık bunu. O zamanlar henüz 3 aylık hamile olduğum için pek bir etkisi olmadı zaten, sadece sıcak bizi biraz yordu. Onun dışında yürüme performansımız henüz etkilenmemişti, dolayısıyla yine iyi gezdik!
Aslında bakarsanız bebekler oluştuklarından beri bayaaa gezdiler! İlk olarak habersiz Dubai, sonra yine habersiz Japonya, motorla Susurluk, kuzenin doğum gününde İtalya, kızlar çetesiyle Çeşme, annemle Alanya, karı-koca Gökçeada&Bozcaada&Sapanca derken yolda doğurmadan bu süreci de atlattık :)
13 Ocak 2016 Çarşamba
İleri Hamilelik
Hamilelik ilerledikçe şişen karınla başa çıkmak gittikçe zorlaşıyor. En önemli mevzulardan birisi aldığım kilolar. Her ne kadar "ikiz canım olacak o kadar" mottosuna dayansam da işin sonrası gözümü biraz korkuttu.
Kilo için çok kontrollü de gitmedim aslında, sadece sağlıklı beslenmeye özen gösterdim. Beni en çok zorlayan şey ise bir anda oluşan tatlı isteğim oldu. Halbuki normalde pek tatlı düşkünlüğüm yoktur ama nedense hamilelikte her türlü tatlının kulu kölesi oluverdim!
Bu durum kocam için başa çıkması zor oldu, hatta sanırım benden daha zor oldu. Zira kendisi son 1 senedir yediklerine gösterdiği aşırı özen ve düzenli spor sayesinde istediği vücuda kavuşmuşken benden de aynı performansı bekliyordu. Tam bu konuda üstüme gelmeye başladığı dönemde de hamile kalıncaaaa pek de müdahale edemedi. Ufaktan ufaktan "tatlının ne sana ne çocuklara bir faydası var canııım" baskısı yapsa da neticede hamile kişinin çok üstüne gelinmeyeceğinden, bir yerde durmak zorunda kaldı :)
Neticede bendeniz 56 kilo ile hamile kalıp 74 kilo ile süreci tamamladım. 75 de olabilir, en son doğuma 4 gün kala tartılmıştım. Neyse işte 18-19 kilo kadar aldım ama tabii ki "ikiz canım olacak o kadar!" Sonrası için ise hayalim 52'ye düşüp filinta gibi olmak.
Karnım burnuma yaklaştığı sıralarda bir de kıyafet krizi tabii ki baş gösterdi. Zira mevsim eylül-ekim oldu ve havalar serinledi. Ama doğum da yaklaştı, yeni kıyafet almaya lüzum da yok. Eee ben de Kadıköy'deki penyeciden aldığım büyük beden penye elbiselerimin üstüne 2 hırka alıverdim, her yerde onları giydim. Ayakkabı mevzusunu ise çözemedim ve sadece idare ettim :) Ayaklarım büyüdüğü için botlarım ve kapalı ayakkabılarım olmuyordu, tek giyebildiğim ayakkabı esnekliği sebebiyle new balance spor ayakkabılarım oldu. Yağmurun ortasında kaldığım bir günde ise geçirdim ayakkabıların üstüne galoşları, Kadıköy'de öyle gezdim :)
Ama o penye elbiseler hayatımı kurtardı adeta. 3-4 tane farklı renklerde bol bol penye elbiseler aldım, çeşitli takılarla döndüre döndüre hep onları giydim durdum. Vücut hatlarımda gösterecek bir numara olmayınca takı olayına yüklendim biraz. İri iri kolyeler, hatta içinden şal geçirilmiş kolyelerle biraz ilgiyi vücuttan aksesuara almaya çalıştım. Sanırım oldu da. Size de tavsiye ederim. Eğer kilo sıkıntınız varsa takın iri iri takıları, geniş elbiselerin içinde poponuz göbeğiniz bıngıldarken göze çarpan rengarenk takılarınız olsun :)
Saçlarımı boyatamadığım için şakaklara düşen aklar ön plana çıkmaya başladı. Ancak son ayda biraz daha kısa kestirebildim ve fazlası için ancak doğum sonrasına hayal kurabildim! Hep istediğim çok kısa saçı doğumdan sonra kestiricem diye hedef koydum. Aslında bana kalsa doğumdan önce yapacaktım da bir arkadaşım dedi ki "doğumdan sonra insanın değişiklik yapmaya çok ihtiyacı oluyor, bence sonrasına kalsın." Kendisine kulak verdim, iyi ki de öyle yapmışım! Gerçi evdeki iki adamla bir daha ne zaman kuaföre gidebileceğimi bilemiyordum ama psikolojik açıdan beni kurtaracak bir hamle olduğu kesindi!
İleri hamilelik döneminde vücutla başa çıkmak zorken bir de içimdeki adamların tekmeleri tokatları başladı. Özellikle geceleri pek hareketliydiler, hatta bazen uyutmayacak kadar. Koca karnımın baskısıyla hacmi aşırı küçülen idrar torbam geceleri beni birkaç defa tuvalete davet eder oldu. Saat sabah 4 civarı tuvalet ziyaretim sonrası da uyuyamadığım zaman çok oldu. Sağa dönsem birisi tekmeliyor, sola dönsem diğeri tekmeliyor. Sırtüstü yatsam tansiyon düşebilir diyorlar, yüzüstü zaten imkansız. Böyle böyle telefonumla zaman geçirerekten sabahı ettiğim çok oldu.
Yine de o göbekle gezmekten de geri durmadım. Aile fertlerinin 'sen hala araba mı kullanıyosun bakiim???' tehditlerine boyun eğmedim ve kendimi iyi hissettiğim her fırsatta kocamla, arkadaşlarımla vakit geçirdim. Bir de hiç araştırmadım ama son güne kadar makyaj yapmaya da devam ettim. Kalitesiz bir malzeme zaten kullanmıyorum ama özellikle fiziksel olarak hayal bile edemeyeceğim sınırlara gelmişken beni iki gram daha güzel ya da bakımlı gösteren makyajdan kopmadım :)
Bu arada tabii ki hamilelik izninde okumak üzere en popüler bebek bakımı kitaplarını da aldım ama inanın doğurana kadar da birisi hariç elimi sürmedim. Zaten ikizlerle ilgili pek fazla kitap yok, elime geçen bir tanesini de doğurmadan okudum. Faydalı da buldum ; "Çoğullarla A'dan Z'ye Yaşam" Bir de babaların okuması için bir kitap almak çok istedim fakat bulamadım. Özellikle hamillelik dönemi ve sonrasında babalar ne yapmalı nasıl davranmalı, nasıl hazırlanmalı konularıyla ilgili ben kitap bulamadım. Neden yani herşey anne için ki ? Baba için bebek sahibi olmak bu kadar kolay ve çalışılması gereken bir durum mu ? Bu konuya acil birisi el atsın hanımlar beyler!
32. haftamın sonunda izne ayrılırken de şirketteki arkadaşlar baby shower konseptli bir veda yaptılar saolsunlar. Aynı dönemin hamileleri olduğumuzdan Pelin'le birlikte yoldaki toplam 3 adam için veda yapıldı.
Şirkete veda ile birlikte yeni bir dönemin kapıları açıldı.. Yıllar sonra iş hayatını bir süreliğine kenara koydum, birkaç haftalık boşluğun ardından hiç bilmediğim bir dünyaya doğru yola çıktım.. İnsanoğlu işte, öğreniyoruz, büyüyoruz...
Kilo için çok kontrollü de gitmedim aslında, sadece sağlıklı beslenmeye özen gösterdim. Beni en çok zorlayan şey ise bir anda oluşan tatlı isteğim oldu. Halbuki normalde pek tatlı düşkünlüğüm yoktur ama nedense hamilelikte her türlü tatlının kulu kölesi oluverdim!
Bu durum kocam için başa çıkması zor oldu, hatta sanırım benden daha zor oldu. Zira kendisi son 1 senedir yediklerine gösterdiği aşırı özen ve düzenli spor sayesinde istediği vücuda kavuşmuşken benden de aynı performansı bekliyordu. Tam bu konuda üstüme gelmeye başladığı dönemde de hamile kalıncaaaa pek de müdahale edemedi. Ufaktan ufaktan "tatlının ne sana ne çocuklara bir faydası var canııım" baskısı yapsa da neticede hamile kişinin çok üstüne gelinmeyeceğinden, bir yerde durmak zorunda kaldı :)
Neticede bendeniz 56 kilo ile hamile kalıp 74 kilo ile süreci tamamladım. 75 de olabilir, en son doğuma 4 gün kala tartılmıştım. Neyse işte 18-19 kilo kadar aldım ama tabii ki "ikiz canım olacak o kadar!" Sonrası için ise hayalim 52'ye düşüp filinta gibi olmak.
Karnım burnuma yaklaştığı sıralarda bir de kıyafet krizi tabii ki baş gösterdi. Zira mevsim eylül-ekim oldu ve havalar serinledi. Ama doğum da yaklaştı, yeni kıyafet almaya lüzum da yok. Eee ben de Kadıköy'deki penyeciden aldığım büyük beden penye elbiselerimin üstüne 2 hırka alıverdim, her yerde onları giydim. Ayakkabı mevzusunu ise çözemedim ve sadece idare ettim :) Ayaklarım büyüdüğü için botlarım ve kapalı ayakkabılarım olmuyordu, tek giyebildiğim ayakkabı esnekliği sebebiyle new balance spor ayakkabılarım oldu. Yağmurun ortasında kaldığım bir günde ise geçirdim ayakkabıların üstüne galoşları, Kadıköy'de öyle gezdim :)
Ama o penye elbiseler hayatımı kurtardı adeta. 3-4 tane farklı renklerde bol bol penye elbiseler aldım, çeşitli takılarla döndüre döndüre hep onları giydim durdum. Vücut hatlarımda gösterecek bir numara olmayınca takı olayına yüklendim biraz. İri iri kolyeler, hatta içinden şal geçirilmiş kolyelerle biraz ilgiyi vücuttan aksesuara almaya çalıştım. Sanırım oldu da. Size de tavsiye ederim. Eğer kilo sıkıntınız varsa takın iri iri takıları, geniş elbiselerin içinde poponuz göbeğiniz bıngıldarken göze çarpan rengarenk takılarınız olsun :)
Saçlarımı boyatamadığım için şakaklara düşen aklar ön plana çıkmaya başladı. Ancak son ayda biraz daha kısa kestirebildim ve fazlası için ancak doğum sonrasına hayal kurabildim! Hep istediğim çok kısa saçı doğumdan sonra kestiricem diye hedef koydum. Aslında bana kalsa doğumdan önce yapacaktım da bir arkadaşım dedi ki "doğumdan sonra insanın değişiklik yapmaya çok ihtiyacı oluyor, bence sonrasına kalsın." Kendisine kulak verdim, iyi ki de öyle yapmışım! Gerçi evdeki iki adamla bir daha ne zaman kuaföre gidebileceğimi bilemiyordum ama psikolojik açıdan beni kurtaracak bir hamle olduğu kesindi!
İleri hamilelik döneminde vücutla başa çıkmak zorken bir de içimdeki adamların tekmeleri tokatları başladı. Özellikle geceleri pek hareketliydiler, hatta bazen uyutmayacak kadar. Koca karnımın baskısıyla hacmi aşırı küçülen idrar torbam geceleri beni birkaç defa tuvalete davet eder oldu. Saat sabah 4 civarı tuvalet ziyaretim sonrası da uyuyamadığım zaman çok oldu. Sağa dönsem birisi tekmeliyor, sola dönsem diğeri tekmeliyor. Sırtüstü yatsam tansiyon düşebilir diyorlar, yüzüstü zaten imkansız. Böyle böyle telefonumla zaman geçirerekten sabahı ettiğim çok oldu.
Yine de o göbekle gezmekten de geri durmadım. Aile fertlerinin 'sen hala araba mı kullanıyosun bakiim???' tehditlerine boyun eğmedim ve kendimi iyi hissettiğim her fırsatta kocamla, arkadaşlarımla vakit geçirdim. Bir de hiç araştırmadım ama son güne kadar makyaj yapmaya da devam ettim. Kalitesiz bir malzeme zaten kullanmıyorum ama özellikle fiziksel olarak hayal bile edemeyeceğim sınırlara gelmişken beni iki gram daha güzel ya da bakımlı gösteren makyajdan kopmadım :)
32. haftamın sonunda izne ayrılırken de şirketteki arkadaşlar baby shower konseptli bir veda yaptılar saolsunlar. Aynı dönemin hamileleri olduğumuzdan Pelin'le birlikte yoldaki toplam 3 adam için veda yapıldı.
Şirkete veda ile birlikte yeni bir dönemin kapıları açıldı.. Yıllar sonra iş hayatını bir süreliğine kenara koydum, birkaç haftalık boşluğun ardından hiç bilmediğim bir dünyaya doğru yola çıktım.. İnsanoğlu işte, öğreniyoruz, büyüyoruz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)